02.10.2021

No Time to Die: En Duygusal Bond’a Görkemli Bir Veda

2006 yılında yeni James Bond olarak Daniel Craig’in ismi açıklandığı sırada Bond hayranları arasında büyük kutuplaşma yaşanmıştı. En ateşli Craig karşıtlarının bile zamanla “Craig’siz Bond düşünemiyorum” demeye başladığı, tam 15 senelik bir sürecin temeli atılmıştı. Casino Royale gibi bir şaheser ile açılışı yapan yeni Bond, can çekişmekte olan bir seriye taze kan vermekle kalmadı, kendi efsanesini de yaratmayı başardı. No Time to Die ise bu efsanenin bitişine görkemli bir veda niteliğini taşıyor.

Geç Oldu Ama Neyse ki Güç Olmadı

No Time to Die gösterime girmesinin planlandığı tarihten (halen yaşamakta olduğumuz pandemi nedeniyle) tam 18 ay sonra ve üç kez de ertelemeli bir şekilde nihayet büyülü perdede seyircisiyle buluştu. Danny Boyle’un “sanatsal farklılıklar” nedeniyle bıraktığı yönetmenliği devralan Amerikalı yönetmen Cary Joji Fukunaga (Jane Eyre, Beasts of No Nation) dört başı mamur bir aksiyon çekebileceğini de kanıtlamak isterken kamerasını kimi zaman savurganca kullansa da gayet tatmin edici bir film ortaya çıkarmayı başarıyor. Fukunaga’nın serinin başından beri kadroda olan senaristler Neil Purvis ve Robert Wade ile beraber senaryoyu yazdığını da eklemem gerek. Ancak tabii ki, özellikle Daniel Craig’in isteğiyle, senaryoya son rotüşları yapan kişinin muhteşem Phoebe Waller-Bridge (mükemmel Fleabag) olduğunu söylememek olmaz. Kendisinden karakterleri daha derinleştirmesi ve alternatifler sunması istenmiş. Bu bilgiyi de alınca film boyunca hangi muzip dokunuşların Waller-Bridge’in üstün kalemine ait olduğunu tahmin etmeye çalışmak da çok keyifli.

Filmin konusuna gelince ilk filmden bir öncekine kadar devam eden birbirine bağlı olay örgülerinin çözüldüğü bir senaryo var önümüzde. Özellikle de en zayıf halkalardan biri olan Spectre’ye ısrarla geri dönüş yapmak ne kadar doğru bir karar bilemiyorum ama böylece irili ufaklı kötü adamı en bol olan Bond’lardan biri de sunulmuş oluyor. Spectre’den yola çıkıp intikam peşinde koşarken neredeyse tüm dünya halkını ölümcül nano-robotların yol açtığı bir pandemiye maruz bırakmayı amaçlayan (hayaldi gerçek oldu!) Lucyfer Safin (Rami Malek), isminin hakkını veren bir psikopattır. Safin, Bond’un kalbinin ilk sahibi Vesper’ın bıraktığı derin boşluğu dolduran tek kadın olan Madeliene Swann (Lea Seydoux) ile de bağlantılıdır. Tabii ki, elinden geleni de ardına koymacaktır. Film bu minvalde, pandemi tehlikesi ve Bond’un yaralı kalbi ekseninde, İtalya, Küba, Londra ve okyanus ortasında bir yerlerde seyreden dur durak bilmeyen 2 saat 48 dakikalık kocaman, çoşkulu ve hüzünlü bir veda partisine dönüşüyor.

Renkli Mekanlar, Deli bir Kamera ve Etkileyici bir Kurgu

No Time to Die’a veda partisi dememin bir sebebi de gerçekten çok da renkli olması. Sanırım en son Skyfall ‘un  Singapur sahnelerinde bu kadar derin kontrastlara ve canlı renklere rastlamıştık. Matera’nın cazip sıcak tonlarından, Küba’nın ham ve ışıltılı gecelerine uzanan bir renk cümbüşü var karşımızda. Imax kamerası ile çekilen filmde La La Land (2016) ile çok haklı  bir Oscar kazanan İsveçli görüntü yönetmeni Linus Sandgren’in bazen gerçekten tek plan, çoğu zaman tek plan olmasa da o hissi veren bakış açısı, ve devasa yakın planları seyircinin filmin içindeymiş, karakterlerin tam yanındaymış hissiyatını pekiştiriyor.

Bond’u Bond kılan alamet-i farikalarından biri de antin kuntin görünen ancak en son teknolojinin nimetlerinden faydalanarak oluşturulmuş benzersiz aletlerle düşmanlarını etkisiz hale getirmesi olmuştur. Bu filmde de tabii ki eksikliklerini hissetmiyoruz. Bu araç gereçlerden, Hans Zimmer’in imzasını taşıyan müziklerine kadar tüm filmde şaşaalı bir şölen havası hakim. Herkes çok şık, herkes çok tarz, mekanlar çok büyük, ve aksiyon her zamankinden çok daha fazla baş döndürücü. Bütün bu baş döndürücülüğe rağmen kurgu tıkır tıkır işliyor.

Ian Fleming’in Özgün Kötülerine Selam Olsun

Bu cümbüş içinde eskilerden olduğu kadar kadroya yeni katılan karakterler de yerini alıyor. Öncelikle, Hannibal Lecter’ı andıran sükûnetli deliliği ile Blofeld rolünde bir kez daha Christoph Waltz’u görmek büyük bir keyif kaynağı. Ayrıca, şeytani bilim adamı Obruchev rolünde İsveçli aktör David Dencik hem sinirlerin bam teline dokunmayı hem de güldürmeyi başarıyor. Rami Malek’e gelince, Papillon (2017) daki performansından sonra en sevdiğim rolü Safin oldu diyebilirim. Bond’un ezeli düşmanlarından Dr. No’yu andıran Safin rolünde Malek belki de en donuk ama bir o kadar da saçma bir duygusallıkla yoğrulmuş, klasik bir Bond kötüsü olarak akıllarda yer ediyor. Yani aslında kendisi o kadar Nuh Nebi’den kalma bir karakter ki kendisine mesken edindiği mekanı bile İkinci Dünya Savaşından kalma bir üs. Tabii ki bu geçmişin Bond kötülerine hiç de tesadüfi olmayan bir gönderme niteliği  taşıyor.

Ana de Armas sözde acemi ajan rolünde parlarken, Lea Seydoux‘nun Madeliene’i, Vesper Lynd’in yanında hem karakter derinliği hem de şaşırtıcı gözüpekliği ile hiç de sönük kalmıyor ve Bond kızları içinde çok özel bir yerde duruyor.

Ve Daniel Craig. 38 yaşında girdiği macerayı 53 yaşında bitiren aktör, bunca sene büyük bir seriyi sırtlamış olmanın yorgunluğu ama en sonunda finale yakışır bir şekilde veda ediyor olmanın rahatlığıyla belki de, yine zımba gibi. Komedilerde de sergilediği mizah yeteneğini esirgemeden, gelmiş geçmiş en özel, en komik, an aktif, en samimi, en aşık ve en hassas Bond’a son kez hayat veriyor.

Zaten hapishane sahnesinde ne diyordu Blofeld?

“Sen hep hassastın Bond. Bu da senin tek zayıf noktan oldu.”

Sonuç olarak, No time to Die, seriye hâkim olmayanların bile neredeyse üç saate varan süresine takılmadan keyifle izleyeceği ancak en çok da benim gibi Bond hayranlarını tatmin etmeyi amaçlamış, ve bunu da başaran bir son nokta. Bond geri gelecek, evet. Ancak Daniel Craig’li serinin, yerinde sayan bir karakterin daha iyi bir yönde evrilmesini, değişimini ve daha geniş kitlelere ulaşmasını sağladığı bir gerçek. Bu yüzden kendisine sinemada veda ediyor olsak da tekrar en heybetlisinden bir merhaba demek büyük mutluluk.