17.07.2017

Nokta – 71

Spider-Man: Homecoming (2017)

The Amazing Spider-Man 2 (2014) faciasından sonra Captain America: Civil War’da (2016) ilk kez görücüye çıkan yeni nesil Örümcek Adam, Marvel ile her iki anlamda da yuvasına dönmüş görünüyor.

Alman disiplini ile on yıl ilerisinin düşünüldüğü bir seride Edgar Wright gibi yaratıcı isimlerin hoş karşılanmaması üzücü olsa dahi artık belirli bir kalitenin tutturulduğu aşikar.

Yavaş yavaş seyirciyi sıkmaya başlayan süper kahraman filmlerinin, ilgiyi ayakta tutmak için kullandığı en önemli silah olan “eğlence” kavramı, nihayet karaktere uygun şekilde hayat buluyor.

Tüm eksikliklerine rağmen Spider-Man 2’den (2004) tam on üç yıl sonra başarılı bir Örümcek Adam izlemek güzel bir duygu.

Lady Macbeth (2016)

19. yüzyılda İngiltere kırsalında orta yaşlı bir adama satılan genç bir gelinin öyküsünü anlatan William Oldroyd, trajedi ve kara mizahı heterojen bir yapıda harmanlayarak çoğu yönetmen için yakalanması zor bir ton tutturmuş. Kimi zaman yalnızca kadraj ve kurgu tercihleri ile kendiliğinden doğan “sinematik” mizah anlayışı sayesinde, günümüz Hollywood usulü “konuşan resimli komediler” arasından rahatlıkla sıyrılıyor.

Power Rangers (2017)

John Wick: Chapter 2’yi (2017) yazarken belirtmiştim, John Wick’te (2014) ilk silahın ateşlenmesi için seyirci otuz dakika beklemek zorunda kalıyordu. Film o yarım saatte seyirciyi tam da istediği noktaya, yani John Wick’in yanına getiriyordu.

Power Rangers’ın da karakterleri tanıtmak ve seyirciyi ele geçirmek için giriş faslını uzun tutup çaba göstermesini takdir ediyorum. Ancak bu kısım, kötü yazılıp berbat yönetilmiş iki saatlik filmin bir buçuk saatini kaplıyor. Esinlenilen The Breakfast Club’ın (1985) kolay taklit edilebilirmiş gibi görünmesi biraz da John Hughes’un dehasından kaynaklanıyor.

Düşük beklentilerinize rağmen içinizde can sıkıntısı, öfke, uyku, sinir bozukluğu ve mutsuzluk beşlisinden oluşan bir Megazord’un varlığını hissediyorsunuz. Birleşince daha da güçlü oluyorlar.