26.01.2017
Nuri Bilge Ceylan Sinemasında Üç Dönem
Nuri Bilge Ceylan Sinemasında Orta Dönem: İletişim Kopuklukları
2002 yılında taşra üçlemesi, belki de en iyisi olarak adlandırılan filmle son buldu, “Uzak”. Bu sefer kasabada değil, İstanbul’un göbeğinde hem de. Hiçbir baltaya sap olamamış, geleceğe dair hiçbir planı olmayan ve üçlemenin diğer iki filminden gayet iyi “tanıdığımız” Yusuf. Ceylan’ın alter egosu olarak karşımıza çıkan, hayallerini kısmen gerçekleştirip kasabadan kurtulmuş ve fotoğrafçılık yapan Mahmut. Bu iki, zıt ama aynı yerden hikâyesine başlayan karakterin yolu Yusuf’un bir umutla İstanbul’a gelmesi ile kesişiyor. Yusuf, gemilerde iş bulmak, para kazanmak ama birincil olarak kasabadan kurtulup İstanbul’da yaşamak arzusuyla geliyor şehre. Öyle ki bir sohbet esnasında, artık kasabaya dönemeyeceğini, dönerse artık oradan bir daha çıkamayacağını düşündüğünü bile dile getiriyor. İlk ama son fırsatı olarak görüyor bu gelişi. Mahmut ise aslında yalnızlık çeken, şehir hayatına fazlasıyla adapte olmuş, entel bir kesimin üyesi. Kasabadan çoktan kurtulmuş ama evvelden çektiği acıların hala etkisini yaşayan ve bu sebeple intikamını Yusuf’tan almaktan çekinmeyecek bir karakter. Daha ilk geceden ayakkabı kokusu üzerinden başlıyor kurmak istediği intikamın tabanı. Bu iki karakterin birbirine zıt ve bir o kadar “uzak” oluşu ve iletişim kopukluğu hemen ağlarını örüyor.
Karlar altında, muhteşem görünen bir İstanbul portresi görüyoruz film boyunca. Özellikle de Yusuf’un şehri tanımaya çalışması ve iş arama sürecinde. Tabi Ceylan’ın usta işi görüntü yönetimi ile birlikte. Yusuf, insanları gözlemliyor sürekli. Yabancılaşma, ayak uydurma çabası ama en çok da merak. Hani hep hayalini kurduğu ve kasabasından çok farklı olan. Tanımaya, anlamaya çalışıyor insanları da. Ne var ki ilk iş aramaya çıktığında batık bir gemi göndermesi görürüz. Bu, belki de Yusuf’un hayallerinin de batacağının, istediklerini gerçekleştiremeyeceğinin bir habercisi. Hatta iş arayanların bulunduğu kahvehaneye gittiğinde, ondan yaşça büyük bir gemi işçisinin sözleri iyice umutsuzluğa doğru iter kendisini. “Ben de senin gibi düşünüyordum” der ve kahkahayı patlatır. Yusuf da güler ama gülüşünde kopkoyu bir çaresizlik vardır. Bu meyanda, trafik kazasında maalesef erken yaşta kaybettiğimiz Mehmet Emin Toprak’ın harika oynadığını ve perdeye inanılmaz yakıştığını da belirtmek gerek.
Mahmut’a “sinemaya geçip Tarkovski gibi filmler çekeceğim demedin mi?” gibi bir cümle sarf ediyor arkadaşı. Orada Ceylan’ın geçirdiği süreç içinde biraz ipucu toplamış oluyoruz. Belki destekleyenler, onu kabuğundan çıkaranlar oldu ya da yıkıcı olan, yapamayacağını söyleyenler. Alter ego düşüncesini iyice özümsediğimiz nokta da tam olarak buradan start alıyordu. Mahmut karakterine dönecek olursak da geçmişin intikamını Yusuf’a yapıcı değil daha çok yıkıcı davranarak alıyor adeta. Kişisel alan ve kendi evi olmasından dolayı kapıyı kapatmasını söylüyor, evin bazı kuralları olduğunu belirtiyor ama Yusuf’un yaptığı bir telefon görüşmesini de kapının eşiğine kadar gelip dinlemekten geri kalmıyor. Öyle ya, “özel” durumlar ve kişisel alan denilen şey herkes içindir ve bazen bunu hepimiz yıkabiliyoruz. Mahmut’un bir de eski eşi ile ilgili olan durumu var. Hem kendini suçlu hissettiği bir olay hem de içinde kalan bazı şeyler. Hep aynı masada rutin bir şekilde oturduğu mekana gidişlerinde, bazen de başka kadınlarla girdiği ilişkilerde bunlardan kaçmayı, bir süreliğine kendini kandırmayı deniyor ama nafile.
Bir parantez de Ceylan’ın usta işi görüntü yönetmenliği ve yakaladığı inanılmaz kadrajlara… İç ve dış mekanlarda değişkenlik gösteren bir yapısı var. İç mekanlarda, karakterleri daha iyi özümsememiz, empati kurabilmemiz, bazen haklı haksız aramamız ve sıkıntıları yaşamamız için kullanılan ışık ve gölge çok daha koyu iken. Dış mekanlarda parlak, etkilenesi görüntüler eşliğinde muhteşem bir İstanbul portresi. İç dünyamızda ve yakınlarımızla çektiğimiz sıkıntılara rağmen, hayat ve belki de bulunduğumuz yer yaşamaya değer.
Filmin son bölümlerinde ise, ikili arasındaki mesafe iyice açılıyor. Yusuf’un rahat tavırları, sorumsuzluğu, Mahmut’un sorunlarının iyice üzerine gelmesi ile birleşiyor ve yıkıcı tavır tavan yapıyor. Hatta kaybolan bir saat üzerinde önyargılı davranıp Yusuf’u suçluyor. Mesele güvensizliğe kadar geliyor ve Mahmut adeta içini kusuyor ve intikamının son perdesini de oynuyor. Yusuf’un işlerini yoluna koyamaması, şehirden istediğini alamaması ve son kalesi olan Mahmut’un da patlama yapması ve güvensizliği onun da direncini kırıyor ve artık pes ediyor. Bir daha hiç çıkamayacağı kasabasına dönüşü bile kurtuluş olarak görerek… Mahmut ise bir bankta, Yusuf’un kalan sigarasından içerken, etrafındakileri uzaklaştırmış ve yine yalnızlığı ile baş başa kalıyor.
İklimler
2006 yılına geldiğimizde ise, Ceylan belki de şaşırtıcı bir kararla “İklimler” filmini çekiyor ve başrolü de Kendisi ile karısına veriyordu. Nuri Bilge Ceylan oyuncu olarak da, yönetmenliği kadar olmasa da başarılı bir performans ortaya koyuyor. Bir ilişkinin nasıl parça parça yok olduğuna ve onarılamadığına, insanların ise verilen sözlere rağmen değişmesinin çok zor olduğuna tanık oluyoruz. Ceylan’ın sonradan kader birliği yapacağı görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ile de ilk kez çalıştığı ve bunun meyvelerini fazlasıyla topladığı bir film aynı zamanda. Yakalanan muhteşem görüntüler, inanılmaz kadrajlar ve bazı sahnelerdeki aşmış kamera oyunları etkileyici düzeydedir.
Açılış sahnesi ve devamındaki gerginlik seyirciyi hemen kucağına alıyor. İzleyen hemen herkesin kendisinden ve herhangi bir ilişkisinden izler bulduğu da kesin. Zoraki muhabbetler, en ufak tartışmanın inanılmaz büyük yaşanması, artık birbirine batıyor olma gerçeği. Hatta sinir krizinin gölgesi altında yaşanan gülme krizleri. Öyle bir noktaya geliyor ki bu durum, başkalarının yanında çekinmeden ve onlara da gönderme yaparak kavga etmek bile kaçınılmaz olabiliyor. Sanırım bu durum da tanıdık gelmiştir. Daha sonra ayrılık provası yapan erkek, uzatmaların oynandığını bilen kadın, muhteşem bir geçiş ve bilindik laflar. Dost kalalım, yine görüşelim, aramızda uyum yok. Bunları hayatının herhangi bir safhasında yaşamayan ya da yakınlarından tecrübe etmeyen yoktur sanırım. Özellikle erkeklerin bilindik ayrılık süreci kalıplarındandır hepsi. Ceylan’da zaten meseleye biraz erkek tarafından bakıp ve erkeğin statüsü ne olursa olsun kadına bakışının aynı çerçevelerde olduğunu gözler önüne seriyor. Bir kadını sevmesi, sıkılması, başka bir kadını seks objesi olarak görmesi ve bunların yarattığı kısır döngü. Daha ayrılığının dakikasında, karşılaştığı ve arzuladığı, daha önce de yasak ilişki yaşadıkları belli olan kadının peşine gitmesi. Bu durumun anlatıldığı sahne ve neredeyse tecavüz edercesine sevişilmesi de kadın hakkında sevgi beslemediğini ve sadece hayvansal içgüdü ile hareket etiğini göstermekte. Daha sonra ise ayrıldığı sevgilisi hakkında kıskanılacak birşeyler duyması ve elde edilen ile uzakta olanın etki mekanizmasından dolayı geri dönme isteği tek düşüncesi halini alıyor.
Erkeğin hayatına devam etme çabası; arkadaşı ile zaman geçirmesi ve kendini spora vermesi ile baş gösteriyor. Epeydir uğramadığı anne ve babasını da ziyaret etmesi, normalleşme isteğinden ileri geliyor. Tabi uzakta olma isteği onu ele geçiriyor ve bunun için yola koyuluyor. Burada bir not Mehmet Emin Ceylan için açmam gerekiyor. Kasaba ve Mayıs Sıkıntısında muhteşem oynayan ve kendisine hayran kaldığımız Emin Amca’yı 2 dakika görmek bile yüzü gülümsetmeyi başarıyor filmde. Usta bir oyuncu ya da yönetmeni başka bir filmde konuk oyuncu olarak görmek gibi adeta.
Filmin son bölümünde ise çiftin tekrar karşılaşmasına ve tamamen kopuşlarına tanık oluyoruz. Gayet gerçekçi olan minibüs sahnesinde kadın erkekten intikamını alıyor ve artık çok geç olduğunu söylüyor. Erkek umutsuzca geri dönüyor ve dönüş hazırlıklarına başlıyor. Daha sonra ise kadın otele geliyor, belki de son bir gece isteği ile. Tekrar elde edince, erkek hemen özüne yani başa dönüyor. Sabah uyandıklarında ise ufak jest ve mimiklerden bile yine aynı senaryonun yaşanacağı anlaşılıyor ve tamamen kopuş, parçalanmanın son hamlesi gerçekleşiyor.
Kimse kendisinden vazgeçmiyor. Kaybettiğinde herkes, eğer geri istiyorsa karşısındakini değişeceğini söyler, eskisi gibi olmayacak der, özlem ve arzular bir tetikleme sağlar ama belli bir zaman geçtikten ve elde etmenin verdiği hazdan sonra yine herşey eskisi gibi olur. Belki eskisiden de beter.