03.05.2016
Pera Sohbet: Çağıl Nurhak Aydoğdu
Yarım filminin yönetmeni Çağıl Nurhak Aydoğdu söyleşimiz:
İlk filminiz Yarım ile sinemaya adımızı attınız. Bildiğim kadarıyla daha önce dizi setlerinde çalışıyordunuz. Bir anda kendinizi sinemada bulmak nasıl hissettirdi? Ünlü yönetmenlerle ilk filmleri hakkında röportajlardan oluşan bir kitap vardı. Şu an usta diye adlandırdığımız çoğu yönetmen ilk filmlerinde oldukça zorlanmışlar. Filmi bitiremeyeceğinizi düşündüğünüz anlar oldu mu? Ne de olsa ilk film olduğundan dolayı işin ayrı bir heyecanı söz konusu oluyordur.
Ağırlıklı olarak dizi setlerinde çalışıyordum; daha yaygın bir iş alanı olduğu için, ancak sinema filmlerinde de çalıştım. His olarak sadece yönetmen için değil, setlerde çalışan hemen hemen bütün branşlar için dizi ve sinema filminde çalışma ayrımı az veya çok vardır. Bunun en teknik nedeni iş yetiştirmek ile eldeki zaman arasındaki bağlantıdır. Set hakimiyeti konusunda deneyimli olduğum ve yazar olarak içinde olduğum bir hikayeyi anlattığım için bir ilk yönetmen olarak çok zorlanmadım. Uzun yıllar asistanlık yapmış olmanın verdiği tecrübeler çok işe yarıyor. Beni zorlayan işin yapımcılığını da üstlenmiş olmamdı. Bir yönetmen olarak değil ama yapımcı olarak kaygılandığım zamanlar oldu. Neyse ki bitti.:)
Filmin hikayesinden bahsedersek; hikayenin yazım aşamasını bize anlatır mısınız? Örneğin Ege’de yaşayan bir ailenin Doğu’ya gidip kız alması hikayesine tanıklık ettiniz mi ya da bir olaydan mı esinlendiniz?
Böyle bir hikayeye birebir tanıklık etmedim. . Ancak çocuk yaşta evlilik yapan çok kişilere rastladım. Genellikle isyankar olmadıklarını farkettikçe bu “kabulleniş biçiminin”, bunu normal varsayma öğretisinin yanlışlığın başlangıç noktası olduğunu düşündüm.. Çok dinlemişsizdir çoğumuz anneanne, babaanannelerden, eskilerden; ben 15 yaşında evlendim, ben 18 yaşında evlendim.. Eskiden bu yaş grupları çocuk değil miydi? Toplumsal gücün normalleştirdiği bir çok yanlıştan biri de bu evlilikler.
Üniversiteden yeni mezun olduğum dönemde ikinci bir kaynaktan Ege’de özellikle Afyon, Kütahya dolaylarından bazı ailelerin engelli çocuklarına Doğu’dan kız aldıkları hikayesini dinlemiştim. Çok ilgimi çekmişti ve belgeselini yapmak istemiştim. Aracı kişinin vasıtasıyla iletişim yolları kurmaya çalışırken konuya yakın başka bir belgeselin haberlerini almıştım ve bir süreliğine konudan uzaklaşmıştım. Sonra da setlerde çalışmaya başlayınca tamamen uzaklaştım. Üç yıl önce anneannemi kaybettim. İnsan sevdiği birini kaybedince onun kimliğine daha bir odaklanıyor. Annennem de 18 yaşında evlenmişti. Yarım’ın tersi bir hikaye ile Batı’dan Doğu’ya gelin olarak gidiyor. Çok anlatırdı, çocukluğunu, heyecanlarını, kaygılarını.. O çok mutlu olmuştu ama bu sadece bir şanstı. Anneannemi kaybedince erken evlilik hikayeleri yeniden düştü içime. Sonra da arkadaşım Özge Aras ile kendi tasarladığımız hikayemizi yazmaya karar verdik.
Filmdeki oyunculardan Ece Tatay sinemamız adına olumlu bir kazanç olarak gözüküyor. Oyuncunuz yanılmıyorsam Hükümet Kadın filminde küçük bir rol almış. Bunun dışında bir sonraki filmi Yarım’da başrol oldu. Peki rol için Ece Talay’ı seçmenizin nedeni neydi? Keşfediliş hikayesi varsa seve seve dinleyebiliriz.
Bu tarz keşfedilme hikayelerini efsaneleştirme bakış açısına karşı olduğum için çok ballandırmayacağım.. Profesyonel bakıldığında her şey sadece bir yönetmenin hayal dünyasını arama çabasıydı ki ben hayalimdeki kızı Doğu’da bulmaya odaklanmıştım, o nedenle oralarda aradık. Uzun bekleyişler, araştırmalar sonucu hikayenin kahramanına benzeyen o kızı bulduk. Ekibimizden Doğu’da Fidan’ı aramak için aylarını harcayan Gülsüm Kavas’ın çabası beni Ece Tatay ile buluşturdu. Ona teşekkür ediyorum asıl. Ece’nin filmdeki performansı ise neden Ece’yi tercih ettiğimi net olarak anlatıyor bence.
İkinci bir nokta ise bu kadar tecrübesiz bir oyuncunun bir anda başrole terfi etmesi beraberinde film adına büyük sorumluluklar getiriyor. Bu kadar genç bir oyuncunun rolü kaldıramamasından hiç korkmadınız mı?
Korkmadım, çünkü ne istediğimi biliyordum. İstediğimi bana verebilecek en yakın kişiyi seçtim zaten. Sonrası için de kendime güvendim. Hikayedeki karakterlerle yorumlayan oyuncu arasındaki bağlantıyı yönetmen kurar, onları birleştirir, iç içe geçirir.
Filmin öne çıkan performanslarından biri de diğer başrolünüz Serhat Yiğit’in Salih karakterine hayat vermesiydi. Serhat Yiğit mental reterdasyon yani zeka geriliğine sahip bir karakteri canlandırıyor. Oyuncunuz böyle bir role bürünürken, nasıl bir çalışma süreci geçirdi? Bu tip sorunları olan insanları mı inceledi?
Kendi gözlemleri olduğunu biliyorum. Ben de kendisiyle kendi gözlemlediğim, sohbet ettiğim hatta video olarak kaydettiğim örnekleri paylaştım. Ancak mental sıkıntılar çok geniş bir yelpaze. Hatta parmak izi gibi. Her biri kendi özgünlüğünde. Bedensel engellerin de eşlik ettiği durumlar var. Ama biz Hikayede Salih karakterini, tiplemesini çok somut olarak belirlemiştik. Kurduğumuz dramatik yapıya hizmet etmesi için pek esneklik payı yoktu. İyi olan şey Serhat’ın da bizim yazarken biçimlendirdiğimiz tipi sevmiş, anlamış ve ona inanmış olmasıydı. Bir oyuncu olarak kendi yorumunu da belirlediğimiz sınırlar çerçevesinde dengeli şekilde ekledi.
Filmi izleyenler görecektir, oyuncularınızdan gerçekten de iyi performanslar almışsınız. Kimi yönetmenler çekimden önce çok fazla prova yaparak oyunları oturtturmak isterken, kimi yönetmenler de doğallığın bozulmaması için çekimler sırasında ilk oyunu vermeyi tercih ediyorlar. Buna göre siz hangi tip yönetmene daha çok uyuyorsunuz? Oyuncularınızla ilişkilerinizi kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Bunun kuramsal bir işleyişi yok bence. O anın, o sahnenin, oyuncuların, atmosferin yani o an hissettiklerimizin bizi sürüklediği değişiklikler olabilir. İhtiyacımız olan şey prova ise yaparız, değilse hiç yapmayız.
Genelde çocuk gelin hikâyeleri daha karamsar bir bakış açısıyla sinemaya yansıtılıyor. Yarım’da ise daha umut dolu bir bakış açısı hakim olmuş. Film için böyle bir ton seçmenizin nedeni neydi? Amacınız gerçeklerden bunalan seyirciyi rahatlatmak mıydı?
Aslında film izleyicinin dilinden ilerliyor. Seçtiğimiz ton tam olarak buydu.. Karakterlerin iç dünyalarına çok dokunmuyoruz. Yüzeyde olanı görüyoruz. Bu tarz erken evlilik haberlerini okuduğumuzdaki gibi..Duyduğumuzdaki gibi.. İzliyoruz.. Ve bir de bir şeyin içimizi acıtması için illaki bize direk temas etmesi gerekiyor değil mi? Bu değil mi zaten insanı bencil, sessiz, tepkisiz, dünyayı adaletsiz yapan. Bununla da yüzleşelim istiyorum.. Trajedi sertleşmediğinde de acıtır, bu kişilerin duyarlılık eşikleriyle ilgili..
Filmin belki de en önemli özelliklerinden biri klişelerden uzak kalmaya çalışmasıydı. Filmin finalini de bu düşünceyle mi bağladınız? Yoksa finaldeki çözümü iki karakter için de bir kurtuluş yolu olarak mı gördünüz?
Bu soru finalle ilgili fikir verecek. Soruyu özür dileyerek cevapsız bırakmak istiyorum..
Filmle alakasız olacak ama Amerikan filmlerinde şöyle bir istatistik var. Genelde zeka geriliği olan karakterler filmin içinde belli bir başarıya ulaşırsa filmde başarılı oluyor, oyuncu da ödüllere boğuluyor. Örnek vermemiz gerekirse Forrest Gump, Temple Grandin gibi filmler… Ana karakterin özel bir başarısı olmayan, zeka geriliğine sahip bir karakterse bu durum tam tersi tepiyor. Örnek verirsek I Am Sam, Other Sister gibi. Böyle bir formülden haberiniz var mıydı? Tabii Türk sinemasını konumlandırırsak daha farklı olaya yaklaşabiliriz. Ne de olsa filminiz iki festivalden de ödül aldı.
Film sektöründe çok formül var. Çoğundan da haberimiz var. Ama bağımsız sinemacıları ayıran da formüller üzerinden ilerlemiyor olmak diye düşünüyorum.
Son dönemde Türk sinemasında kadın yönetmenlerin çoğaldığını görüyoruz. Eskiden azınlıktayken, son yıllarda birçok kadın yönetmen festivallerde ödüller de aldı. Kadın yönetmenlerin bu yükselişini neye bağlıyorsunuz?
Aslında hâlâ çok azız.. Sistem eleştirisinin, en hızlı, cesur ve etkin ilerlediği mecraların başındadır sanat alanları. Sektörel anlamda da bu bakış açısını destekleyen, önemseyen kişiler birbirine omuz verme konusunda daha duyarlı olmaya başladı galiba.
Film bildiğim kadarıyla Berlin Film Festivali’nde direkten dönerek son dakikada festivale dahil edilmemiş. Peki yurtdışındaki farklı festivallerde gösterim planları var mı? Ya da artık vizyona giriyor film, darısı diğer filmlerin başına mı diyorsunuz?
4 Mayıs’ta Uluslararası Prömiyerimizi Los Angeles’da SEEFESt’de(South East European Film fFestivali) yapacağız/yaptık. Filmimiz festivalin resmi yarışma bölümünde “en iyi film” ve “en iyi ilk film” kategorilerinde yarışıyor/yarıştı. Onun dışında Avrupa’da davet aldığımız festivaller var. Ancak diğer festivaller resmi programlarını açıklamadıkları için onları henüz paylaşamıyoruz. Festivallerde izleyici ile buluşma isteğimizi vizyon sonrasında da devam ettireceğiz.
Yarım katıldığı Adana Altın Koza ve Malatya Film Festivalleri’nden ödüllerle döndü. Bir anlamda kariyeriniz bakımından çıta biraz daha yükseldi diyebilir miyiz? Seyirci bir sonraki filminizde daha fazlasını bekleyecektir. Bu durum üzerinizde baskı oluşturacak mı, yoksa sizi daha çok motive eden biri durum mu?
Başarılar genelde motivasyonu güçlendiriyor. Geliştirici ve daha iyisini yapmaya iten bir baskı, mantıklı dozlardaysa ona da ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Yarım artık vizyona giriyor. Seyirciler farklı tepkiler vereceklerdir. Peki seyirci neden bu filmi izlemelidir?
Bu soru çok satış cümleleri istiyor, ben bunu bir yönetmen olarak yapmasam daha iyi hissedeceğim.:))
İkinci film için çalışmalara başladınız mı? Yeni projeleriniz var mı?
Yazım aşamasında olan çalıştığım bir kaç proje var. Çalışmalar devam ediyor.
Cevaplarınız çok teşekkürler. Dileriz kariyerinizde istediğiniz noktalara varırsınız.
Çok teşekkürler…