23.06.2021

Pera Sohbet: Ümit Ünal

22 Mayıs 2021’de MUBI’de galasını yapan Aşk, Büyü, vs. filmi üzerine sinemamızın önemli yönetmenlerinden Ümit Ünal’la bir söyleşi gerçekleştirdik.

*Söyleşi filme dair spoiler içermektedir.

Filmin öyküsü nasıl oluştu ? Senaryonun oluşumu nasıl gelişti ? Bunu birkaç yerde açıklamışsınız, çok hoş, ada günlerinizle ilgili. Ada kendisi büyülü bir mekân. Büyükada bu hikâyenin gelişimini nasıl etkiledi?

Bir buçuk senedir yurtdışındayım ama onun öncesinde yaklaşık beş yıl Büyükada’da yaşadım. Orada merkeze yakın ufak bir evim var. 2016’da genç bir yapımcı arkadaş benim 9, Ara, Nar gibi küçük bütçeli, kapalı mekân filmlerime benzeyen, bir gün içinde adada geçen bir proje geliştirmeyi önerdi. O filmi yapamadık ama o sırada aklıma düşen bu fikir Aşk, Büyü, vs. hikâyesine dönüştü. Hikâyenin temelleri daha önce yaptığım işlerde de bulunabilir. Kadın bakış açısından anlatılan bir hikâye, temel bir haksızlığa itiraz motifi, kimi metafizik unsurlar. Bunlar Teyzem’den beri birçok işimde kendini gösteren temel özellikler. İki kadın arasında geçmişe dayalı bir hesaplaşma, aşkı yeniden keşfetme hikâyesi olsun istedim. Hikâye adada yürüyüşler sırasında adım adım oluştu, oranın sokaklarına, yokuşlarına, merdivenlerine göre şekillendi.

Ada deyince aklınıza ilk ne geliyor? Burada Büyükadayı sormuyorum, genel olarak ada”. Herhangi bir ada mı, spesifik olarak şu ada mı dersiniz yoksa özgürlük mü ? Bir başınalık mı, yalnızlık mı?

Adada yaşama fikrini seviyorum. Bir yandan bir içine kapanma çağrışımı yaratıyor ama bence büyük şehrin içinde kaybolmak adada kaybolmaktan daha kolay. Adada çok üretken bir dönem geçirdim çünkü şehir merkezinde yaşarken dikkat dağıtan, vakit çalan şeylerin çoğu adada olmuyor. Daha sade, yarı münzevi bir hayat içinde biraz kendime dönme imkânım oldu. Bir de adaya gidip gelirken, uzun vapur yolculuklarında insan okuma-yazma- düşünme fırsatı buluyor. Şehir içinde trafikte sıkışıp kalmak gibi değil.

Oyuncular konusunda neden Selen Uçer, neden Ece Dizdar ? Onları hangi özellikleri nedeniyle seçtiniz? Senaryonun oluşum aşamasında onların da etkisi oldu mu? Ayrıca çekimler başladığında, çekim sırasında müdahaleleri oldu mu? Siz nasıl yanıtladınız onları?

İkisi de uzun zamandır izlediğim, çok beğendiğim oyuncular. Selen’le daha önce çalışmıştık ve Anlat İstanbul günlerinden beri iyi arkadaşız. Onları düşünerek yazdım senaryoyu ve daha yazım aşamasında, elimde henüz elli küsur sayfa varken paylaştım. Filmin oluşum sürecini, finans arayışı ve hazırlık kısmını birlikte yaşadık. Senaryoya elbette karışmadılar ama çekimden önce uzun süre vaktimiz vardı, dolayısıyla altı aya yayılan provalar yaptık. Sizin bir odada tek başına yazdığınız diyaloglar, oyuncular canlandırınca bazen kuru kalabiliyor ya da tam tersi fazla gelebiliyor. O provalar sırasında bir iki sahnenin diyalogları değişti ve gelişti elbette. Özellikle böyle küçük bütçeli filmlerde senaryo aşamasında her şeyi konuşup, tartışıp sete hiç tartışma bırakmıyorum. Set benim için deneme yanılma yeri değil, önceden düşünüp çok iyi hazırlandığımız fikirleri uygulamaya döktüğümüz alan. Sette doğaçlamaya, oyun tartışmaya yer ve zaman yok. Gereken her şeyi çekim öncesi konuşmuş, çok iyi hazırlanmış oluyoruz. O yüzden çekim anında oyunculardan ya da bir başkasından müdahale istemiyorum. (Tabii son anda çıkan aksaklıklar, hava muhalefeti, teknik arıza vs bunun dışında.)

Sizi yaratıcılık aşamasında neler etkiler? Mekân mı, bir müzik mi, ses mi, koku mu, insanlar mı? Yoksa tamamen toplumsal konular mı?

Bu film özelinde mekânın etkisini zaten anlattım. Ada filmin belirleyici unsurlarından biri. Tüm filmlerimde mekânlar çok belirleyici. Ayrıca sese çok önem veriyorum. Bu filmde mümkün olduğu kadar az müzik kullandım, müzik yerine ses efektlerini müzik gibi sahnelere eşlik edecek, sahneleri yorumlayacak şekilde kullandım. Doğal gibi duyulan seslerin hiçbiri tesadüf değil, hepsi bilerek, sonradan yerleştirilmiş sesler. Birkaç kedi ve martı sesi dışında tüm ses atmosferini biz stüdyoda yarattık. Mesela Reyhan’ın evine ilk gittikleri sahnede okunan akşam ezanı hem saati hem de yaşadıkları atmosferi anlamamızı sağlıyor. Aynı şekilde Eren çocukluk evinden alt üst olmuş halde çıkarken duyulan belediye anonsu ya da Gökhan onları pencereden seyrederken duyulan uçak sesi, benim için gerilim müziği işlevi görüyor.

Ve onlar terasta konuşurlarken kadraja giren cami minaresi. Bütün bunları soracaktım. Daha sonra gece yokuş yukarı yürürlerken gemi sireni duyuyoruz. Sanki beraber yol alacakları yeni hayatın habercisi gibi.

Bir başka sorum da diyaloglarla ilgili olacak. Bu kadar doğal ve inandırıcı olmasının kaynağında ne var ? Örneğin sokaktaki insanların konuşmalarını dinler misiniz?

David Mamet iyi diyalog yazmanın müzik kulağı gibi doğuştan gelen bir yetenek olduğunu söyler. Ama elbette insanın bu konuda kendini geliştirmesi mümkün. Gündelik hayatta konuşmaların doğallığını gözlemek, insanların konuşmalarındaki farklara dikkat etmek, bu farkları karakter yaratırken kullanmak önemli. Ben artık bir mesleki deformasyon sonucu çevremde konuşulan her şeye kulak kabartıyorum. Yolda, metroda, vapurda, kafelerde insanları dinliyorum. Onların özel hayatını merak ettiğimden değil, sadece konuşmalarındaki müziği yakalamak için. Dışarıda duyduğum sözler, sık sık senaryolarımda kendine yer buluyor. Eskiden duyduğum ilginç lafları sosyal medyada da paylaşırdım. Bir gün ada motorunda bir hanım, şakayla karışık “Biz şimdi sizin yanınızda rahat konuşamayacağız, hemen yazarsınız bir yere” dedi. Çok utandım, meğer Twitter’da takipçimmiş.

Hayatın hangi yönlerini daha çok izlersiniz? İnsanları birey olarak mı yoksa ilişki içinde mi ? Örneğin işlek bir caddede bir kafede otursanız insanlara dair ilginizi ilk anda ne çeker ? İlişkilerde birbirlerine bakışları mı, konuşmaları mı, kıyafetleri mi, surat ifadeleri mi ? Erenin Reyhana bakışlarını, ilk karşılaşma anlarını düşünürsek bakışmaların önemli olduğunu düşünüyorum. Bu soruyu filmi ikinci kez izlediğimde Selen Uçer yani Reyhan’ın yüzünde fark ettiğim o yarım gülüş nedeniyle sordum. Belki de Ereni inatla Reyhan’ın peşinden götüren Reyhan’ın ilk andaki şaşkınlığından sonraki yarım gülüşü.

Kılık kıyafet herhalde en son dikkat ettiğim şey. Hiç anlamam o konudan. Filmlerde de kostüm seçimlerini daha çok oyuncuların kendisiyle, kostümcülere bırakırım. Ben istediğim havayı genel hatlarıyla anlatırım, ancak çok çok ters gelen bir öneri olursa karışırım. İnsanların sesleri ve konuşmaları en çok dikkat ettiğim şey sanırım. Bir de elbette bakışlar. Sinema bakışlarla çok şey anlatır. Ang Lee’nin filmi Kaplan ve Ejderha bir Uzakdoğu dövüş filmi ama anlattığı güç savaşı hikâyesinden farklı, paralel giden bir üçlü aşk hikâyesini sadece sessiz bakışlarla anlatıyor. Üç ana karakter arasında öyle bir bakış trafiği kuruyor ki, film dövüş sanatı filmlerinin boyutunu kat kat aşıyor, başka bir hikâye kuruluyor bakışlarla. Bazen provalar sırasında oyuncu öyle bir bakış atar ki sahneye yazdığınız diyalog fazla kalır. Bir iki kere başıma geldi filmlerde, bakışların gücü yüzünden senaryodan diyalog attım. Reyhan’ın o bahsettiğiniz bakışı için çok uğraştık, çekim sırasında en çok tekrar aldığımız plan o olabilir.

k, Büyü, vsde aşk bende çağrışımlar yapıyor, hatta Vs kısmı da yapıyor ama büyüyü anlamlandıramıyorum. Büyünün olması aşkın ne kadar büyük olduğunu ve bunun karşısında Reyhan’ın çaresizliğini gösteriyor galiba” diye düşündüm. Cevabı insan olan bilmece aslında Erenin büyüye inanmayan karakterde biri olmasının göstergesi ama o da büyüyü bozmak için Reyhan’ın peşinden gidiyor. Bu da aşklarının derinliği, büyüklüğü ve Reyhan’ın Ereni başka türlü ikna edemeyeceğinin kanıtı gibi. Eren gerçek olsa ona sorsak belki de sadece Reyhanla birlikte adada yürümek, onunla zaman geçirmek, onun inandığı bir şeye dahil olmak için peşine takıldım diyebilirdi.      

Filmlerimde ve yazdığım işlerde büyü, fal, rüyalar, hayaller, gaipten duyulan sesler vs sık sık yer alıyor. Her yerde söylüyorum benim metafizik inançlarım yok. Bütün bunları hem hikâyedeki karakterlerin hem de seyircinin gündelik gerçeği sorgulayabilecekleri araçlar olarak görüyorum. Büyüye inanmayan biriyle, “Sana büyü yaptırdım” diyen biri arasında dramatik gerilim kurmak mümkün, büyü bir dramatik araç burada. İnsanları inançlarından kuşku duymaya çağırıyorum bir yandan. Eren ve Reyhan arasında yaşanan

“Bozdur bu büyüyü!”
“Hani inanmıyordun sen büyüye?”
“Ama sen inanıyorsun…”

diyaloğu bu konudaki görüşlerimin özeti sayılabilir.

Eski büyücü Aliye Hanım’ın oğlunun hikâyeye kattıklarından bahseder misiniz?

O sahnede çok örneğini gördüğümüz komplo teorileriyle dalga geçiyorum denebilir. “Bilime inanıyorum” diyen, yalnızlıktan biraz kafayı yemiş bir karakterin kendince dünyayı açıklama çabasını dinliyoruz. Bizimkiler aşktı büyüydü uğraşırken onların dünyası dışında, aynı tuhaflıkta başka dünyalar ve başka gerçeklikler de var fikrinden doğdu o sahne. Filimin ismi de o karakterin bir repliğinden geliyor.

Ayşenil Şamlıoğlu, işimi yaparım paramı da alırım ruh halindeki büyü bozan Pembe Abla karakterinde beden diliyle rolünü hakkıyla, dozunda, abartmadan oynayarak aklımızda kalıyor. İri iri açtığı gözleriyle, sesini kullanmasıyla unutulmaz. Ayşenil Şamlıoğlu nasıl bir oyuncu sizin için ?

Ayşenil’in uzun zamandır takipçisi ve hayranıyım ama bu filme kadar birlikte çalışma şansımız olamamıştı. Çok kısa sürse de, çok severek çalıştık, yollarımız yeni işlerde yine kesişecek, eminim.

Biraz da Gökhandan bahsedelim. Erkek egemen toplumda, sevgilisini bir kadınla yatakta görünce daha farklı davranması beklenen bir karakter. Gökhan kendinden bekleneni yapsaydı filmin mesajı tamamen değişmiş olacaktı. Böylesi çok daha iyi olmuş. Baştan beri kafanızda olan bu son muydu yoksa üretim süreci içinde değişiklikler yaptınız mı ?

Senaryonun ilk versiyonunda filmin sonu farklıydı. Gökhan tam da kendisinden bekleneni yapıyor ve şiddet gösteriyordu. Ben güvendiğim birkaç arkadaşa mutlaka okuturum senaryoları, fikirlerini alırım. Okuyan hemen hemen tüm arkadaşlarım, ayrıca oyuncular da o finali fazla buldular. O kadar çok itiraz duyunca ben de değiştirmeye karar verdim ve daha açık uçlu bu finali yazdım. Çok daha memnunum bu halinden. Yönetmenin kendi fikirlerinde hem çok çok ısrarcı ve inatçı olması lazım hem de yerine göre esnek davranabilmesi lazım. Bu final sahnesi bunun en güzel göstergesi.

Biraz da filmin bütçesinden, çekim anlarından, kullandığınız kameralardan bahseder misiniz ? Bir söyleşinizde insanlar ellerinde dronelarla dolaşırken biz küçük bir kamerayla, kalabalıklar arasında çekim yaptık diyorsunuz. Vapur ve iskele sahneleri örneğin, hem kalabalıklarda fotoğraf çekecekler için hem de belki de film çekmek isteyenler için söyleyeceklerinizin anlamı olacak. Bu anlar belgesel filme de yakınlaşmış aslında. Bir de karakterleri mekânlarla görmeyi de çok sevdim. Büyükadada dışarıdan gördüğümüz evlerin içlerini görmüş oluyoruz, karakterleri daha yakından tanımış oluyoruz.

Filmi en baştan itibaren çok küçük bir bütçeyle yapmak üzere yola çıktım. Çünkü LGBT temalı filmler gişe yapmıyor, büyük yapımcılar bu hikâyelerden uzak duruyor. Bir kış günü adada, filme finans aramak amacıyla Ece ve Selen’le filmi tanıtan bir “fragman” çektik. Bu kısa filmi sosyal medyada paylaştım ve destekçi aradım. Birkaç öneri oldu. Sonunda yönetmen-yapımcı Tayfur Aydın projeye yapımcı ortak olarak geldi, kendi yapım ekibini de getirdi. Bir de mimar Fuat Volkan katkıda bulundu. Filmi bir DSLR kamerayla, neredeyse hiç sinema ışığı kullanmadan çektik. Panther, dolly, vinç, drone, jeneratör vb maliyeti artıracak ekipmanlardan da kaçındık. Filmde figüran kullanmadık, vapurda, lokantalarda sokaklarda gördüğünüz kalabalıklar hep gerçek insanlar. Olabilecek en küçük ekiptik, neredeyse görünmez vaziyette, çoğu zaman kimse film çektiğimizi fark etmeden, tam “gerilla tarzı” çalışarak, on iki günde çekimi bitirdik. Adada bizden daha donanımlı bir görünümle dolaşan düğün videosu ekipleri görürsünüz. Bazılarında drone bile oluyor.

Mektuplar kadar kartvizit kutusu da çok önemli. Sonuçta kutuya bir şey olmamıştır umarım. Hem Reyhan’ın kutuya koyacak bir kartvizitinin hiç olmamış olması hem de gerçekten çok güzel bir obje. Nasıl buldunuz bu kutuyu ve filme nasıl dahil oldu ?

O kutu Serra Yılmaz’ın. Onun evinde gördüğüm ve yıllardır âşık olduğum bir kutu. Ona da ailesinden kalmış, oldukça değerli bir antika. On cm boyutunda bir yüzeyde, fildişine oyulmuş bir Çin köyü tasvir ediliyor. İnanılmaz bir işçilik var üzerinde. Reyhan’ın Eren’den çaldığı bir eşyaya ihtiyacım vardı. Herhangi bir şey olabilirdi ama aklıma bu kutu geldi. Serra’dan bin bir rica ile istedim. O da sağolsun ititraz etmedi ama kutuyu teslim ederken içi cız etmiş olabilir. Neyse ki ben de gözüm gibi baktım kazasız belasız geri verdim. Kutu sponsorumuz da Serra yani.

Ne kadar güzel olmuş ve de kutunun sağ salim sahibine geri dönmesine de çok sevindim.

Pandemi süreci nedeniyle filmin ilk halk gösteriminin nerede nasıl olduğunu , izleyicilerin tepkilerini , sizin o anda neler hissettiğinizi anlatır mısınız? Ve bundan sonraki gösterim süreci nasıl devam edecek ? Şu an MUBI’de ama sinema salonlarında gösterime girecek mi?

Filmin ilk gösterimi 2019 Antalya Altın Portakal’da yapıldı. Benim katılabildiğim tek sinema gösterimi de bu oldu maalesef. Filmin sonunda beni çok şaşırtan bir şey oldu. Bütün salon ayağa kalktı neredeyse, inanılmaz bir tezahürat koptu. Daha önce de beğenilen filmlerim oldu ama böyle bir tezahürat hiç görmemiştim. Açıkçası konusu itibariyle birçok seyirciye de aykırı gelebileceğini düşünüyordum. Ama seyirci filmi büyük bir sevgiyle karşıladı. Bunun büyük ölçüde anlattığı hikâyenin ve dilinin samimiyetinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bunca yapaylığın, yalan dolanın ve şiddetin kol gezdiği bir ülkede sanırım seyirci böyle bir samimiyeti özlemiş. Film büyük olasılıkla vizyona girmeyecek. Ama Başka Sinema dağıtımıyla sinema salonlarında kimi özel gösterimler yapılacak.

k, Büyü, vsnin yurt içi ya da yurt dışında festival yolculuğu olacak mı ?

Antalya’da Selen En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldı. Film de SİYAD ve Jüri Özel Ödülü aldı. Sonrasında salgın yüzünden ertelenen İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Selen ve Ece paylaştılar), En İyi Senaryo ödülleri aldık. Ankara Film Festivali’nden de En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Senaryo ödülleriyle döndük. Bunların yanında Ayvalık Film Festivali çerçevesinde verilen KAV Vakfı Yılın Yönetmeni Ödülü’nü aldım. Film yurt dışında bir çok LGBT+ film festivalinde gösterildi. Toronto’da yapılan, dünyanın en büyük LGBT+ festivallerinden biri olan Inside Out‘da kurmaca dalında, seyirci oylarıyla belirlenen en iyi film ödülünü aldık. Dün akşam da Barcelona’da yapılan Mostra Fire LGBT Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü aldığımızı öğrendim. Şu anda birçok festivalde dolaşıyor.

Eren ve Reyhan’ın ilk gece terasta konuşmaları aslında yaşadığımız toplumsal değişiklikler konusunda da bilgi veriyor. Kısa bir özet gibi. Ve sonra kilit soru Reyhandan geliyor; “Ne bekliyordun? Düğün dernek başgöz mü edeceklerdi?.. Aynı şey gibi işte zengin kız fakir kıza tutulur, melodramın kralı”. Yeşilçamımız sadece yaşı yetenleri değil sinema meraklısı gençleri de etkiliyor.

Elbette Yeşilçam bu toplumun genlerine işlemiş denebilir. Hepimizde etkileri sürüyor.

Sizin her filminizde Teyzem” filmininin senaryosundaki teyzeye bir gönderme var gibi geliyor bana. Bu konuyu Gül Yaşartürkle birlikte yazdığınız Işık Gölge Oyunları kitabında anlatıyorsunuz. Sanki her kadın karakter onun yaptığı ya da yapamadığı gibi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

“Teyzem” benim sinemacı olarak hayatımı belirleyen film oldu denebilir. Kendimi, diğer yazdıklarımı sık sık o ilk tecrübeme göre ölçüyorum. Teyzem herhangi bir uydurulmuş hikâye değildi, benim kendi hayatımdan kaynaklanan, gerçek teyzemin hayatından esinlenen yaşanmış bir hikâyeydi. Yirmili yaşlara girerken kendimle, geçmişimle, ailemle, görüp anlayabildiğim kadarıyla ülkemle bir hesaplaşmaydı. Doğrudan hayatımla, gerçek insanlarla ilgili olduğu için yazdığım her şeyde izi olması bence kaçınılmaz.

Bunca yıl sonra “Teyzem”i yeniden yorumlamak, belki yeniden çekmek fikriyle uğraşıyorum son zamanlarda demişsiniz bir yazınızda. Bunu duymak beni çok heyecanlandırdı. Bu proje gerçekleşecek mi ?

2012’de bir oyuncu arkadaşın teşvikiyle BKM ile tanışıp görüştük ve ilk anda olumlu bir başlangıç yapıp ilerleyelim dedik ama sonra maddi şartlar değişti, gerçekleşemedi. Teyzem büyükçe bütçeli bir iş, “Aşk Büyü vs” gibi ucuz bütçeyle çekilmesi imkânsız bir film. Bir kere “kostüme”, 70’ler 80’lerde geçiyor. Çok mekân, çok oyuncu var vs. Dolayısıyla şu an beklemede. Ama yazdığım her şey içinde yeniden ele alıp çekmek istediğim tek hikâye o. Halit Refiğ 1986’da çok güzel bir yorum getirdi, Müjde Ar da olağanüstü bir karakter yaratttı ama filmin yapım koşulları kötüydü. Teknik olarak bugün çok eskimiş görünüyor. Bir de Halit Abi benim çok değer verdiğim bazı detayları filme koymadı. Senaryoyu yeni bir gözle, yeniden yazdım. Artık adı Teyzem de değil, çünkü o ilk filmin değil benim kendi hayat hikâyemin yeniden yorumu, Teyzem’le yarışmasını istemiyorum. Şu an zor görünüyor ama ekonomik koşullar sağlanırsa bir gün o hikâyeyi bir de kendi gözümle ve iyi yapım şartlarında anlatmayı çok istiyorum. Umarım bunu yaşlanmadan başarabilirim.

Umarım, merakla bekliyorum. Son olarak da yazmanın iyileştirici yanına değinmek istiyorum. Reyhan mektupları şifa niyetine yazdım diyor. Sizin için de böyle mi ?

Yazmak benim hayatımda bir terapi etkisi yaptı. Bunu, “kendimi iyi hissettirdi, rahatlattı” manasında demiyorum, tam tersine bazen yazarken içimden çıkan canavarlar hayret ettiğim, rahatsız olduğum da olmuştur. Ama yazmak ve kendi yazdıklarımı çözümlemek kendimi daha iyi anlamamı, hayatıma bir anlam vermemi sağladı.

Bu söyleşi için çok teşekkür ederim. Aşk, Büyü, vs’nin yolu açık, izleyicisi bol olsun.