06.05.2016
Karakter Mutfağı: Ponette
“Annem gelecek, biliyorum”
Küçük bir kadın Ponette. Annesini henüz kaybetmiş. Bir babası var, arkadaşları var. Bu minik ailenin ise tek çocuğu. Çok sevdiği annesini en son birlikte çıktıkları seyahat esnasında kazadan evvel görmüş. Bu talihsiz kaza ile kaybettiği annesi onun için biricik, babası içinse bu kazanın sorumsuz karakterdeki suçlusu. Ponette için bu kaza ile birlikte başlar: Derinlerde bir yerlerde cebinde taşıdığı anneye olan özlem.
Bir çocuğun ikilemine düştüğü anne ve baba kavramının nerede, nasıl durduğu sorunsalı bir kenara, rol olarak karşısında bir anda beliren “rol karmaşası”nın bu iki seçeneği, karakter için belki de ilk andan itibaren belirlenmiş bir yapıda. Freudcu yapısal kuramın önceden belirleyici genel geçer teorik dogmalarının aksine Adlerci bilişsel kuramın öğrettiklerini baz aldığımızda bireyin içinde bulunduğu aşağılık kompleks ve bu kompleksin bir nevi tedavi sürecine alındığı ve bu kompleksi gidermeye yönelik alınan önlemler pek çok çocuğun olduğu kadar minik Ponette için de belirleyici bir konumda. Annesini kaybetmeyle birlikte içine düştüğü yalnızlık, aslında onun ölmesiyle birlikte kendisinin de öldüğü kanaatinde ilerleyen ruh hali ve başta babasının gözünde olmak üzere arkadaşlarının toplumsal belleğinde yaşadığı eksiklik duygusu karakter için gayrimuayyen bir devam etme sürecini başlatır: Yitirilen şey / şeylere duyulan özlemi onlar üzerinden yeniden şekillendirme. Yönetmen Jacques Doillon’un karakter bazında özellikle kaçındığı bu eksiklik duygusu ve altında yatan başka başka şeyleri doğrudan vermeme pratiği ise sevdiğimiz ve değer verdiğimiz, incinmemesi adına devamlı arkalarında durduğumuz çocukların konuşlandığı tehlike duvarını gözler önüne seriyor. En masum halleriyle top oynayan, ip atlayan ve birbirini kovalayan çocukların yıllardır tekrar tekrar düşünmeye davet eden “en tehlikeli yaratıklar” kategorisindeki hatırı sayılır yerleri sandalyeyi Ponette için okul ve akabindeki çocuk arkadaşları bünyesinde çekiyor. Karakter, yaşadığı anneye özlem duygusundaki çatışma kısmının giriş bölümünü yaptığı baba ile başlayan karmaşasında gelişme ve sonuç bölümünü ise arkadaşları ile deneyimler. Annesinin onu izlediğine, gördüğüne ve onu ziyarete geleceğine inanan Ponette, her baktığı yüzde öğrendiği yeni bir şey ile annesinin gelip, gelmeyeceğinden ziyade bunun mümkün olup, olmadığı yönündeki karmaşa içinde boğulur. Başta İsa, Katolik Kilise ve temel olarak din literatürü ile başlayan kutsal doktrinlerin uyarlanabilir haline geldiğinde tutarsızlıkla yüzleşen küçük çocuğa verilen her cevaptan öte, sorularına aldığı “mantık” çerçevesine sıkıştırılmış cevaplar, işin zaten bir çocuk için yeterince karmaşık olan karmaşasına ise yeni yeni karmaşalar eklemler. Başta acıyı ve özlemi iliklerinde yaşayan Ponette’ye refakat eden ebeveynler olmak üzere oyun arkadaşlarının her sobenin arkasına sakladığı işte bu reel hayatın fiziksel gerçekleri küçük kadın için o hep bahsi edilen ölümden sonraki hayat ve fani dünya kisvesini en acı haliyle sunar. Var mı, yok mu arasında dalgalanan şeritte Ponette’nin geri getirdiği annesi ve son defa sığındığı saydam gerçeklik, kim ne derse desin ben buna inanıyorum sloganıyla her sezon bize neye inanıp, neye inanmamız gerektiğini vurgulayan sayıca çok öğretmene naif bir cevap niteliğinde; küçük Ponette’nin ağlama duvarını yeniden sulayıp, şekillendirdiği bir cevap.