30.05.2017
Pride: Siyah Eller ile Renkli Ellerin El Ele Tırmandığı Bir Öykü
1984’te “Demir Leydi” olarak nam salmış Margaret Teatcher yönetimindeki Birleşik Krallık’ta bir tv haberi ile başlar Pride (Onur). Yönetmen Matthew Warchus’un uzun bir aradan sonra, yaklaşık on yıl sonra yönetmen koltuğuna oturduğu film, bir dönem filmi olarak kategorize edecek olursak bulunduğu dönemi fazlasıyla iyi idare eden bir yapıda. 67. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde Kuir Palmiye ile taçlandırılan filmin ne yalan söyleyelim kuir sinemadan ziyade politik sinemanın anlatı yapısıyla anılması daha elzem. Zira bir filmin mizanseninde bulunan karakterlerin genel cinsel kimlikleriyle yola çıkarak filmin akımını bu ya da şu diye nitelendirmek büyük bir hatadan ziyade işin kolaya kaçan noktalarından. Aslında az önceki söylem filmin konusunu tırnak içine alarak nitelendirdiğimizde daha bir netlik kazanacak. Film kısaca “1984’te Britanya yönetiminin Galler bölgesindeki maden işçilerine uygulanan politika ve grev sürecinde, Londra merkezli bir grup gey ve lezbiyen aktivistin, bu maden işçileriyle el ele vererek yürüttükleri destek süreci”ni anlatmakta.
LGSM: “Lesbian and Gay Support the Miners (Lezbiyen ve Geyler Madencileri Destekliyor)”. Dönem coğrafyasında ve pek tabii dünyada bir köşede günümüze kıyasla daha az “sapık” olarak toplumun bir köşesinde kendi kozmozlarında direnen ve heteroseksüel yapının dışında konumlanan bu karakterler, Mark (Ben Schnetzer) adlı karakterin kendileriyle aynı sorunu başka ölçekte yaşayan madencilere destek olma kararını almasıyla başlar. Mark aktivist olan diğer arkadaşlarına “madencilere destek olma” fikrini açtığında anlatıdaki ilk sorunsal gündeme gelir: “heteroseksüel olanın sorunu ile heteroseksüel olmayanın sorunu”. Karakterlerin çoğunluğunun heteroseksüel olduğuna inandıkları grev yapan maden işçilerinin, onların yardımlarını kabul etmek bir kenara, düşüncelerini dahi dinleyeceklerine olan inançları da hiç mi hiç yoktur. Dahası Londra metropolitesinde kültür düzeyi yüksek olarak konumlandırılan bu insanların hızla uzaklaştığı karakterlerden, Galler gibi taşra yaşamının içine daha çok öbeklenen insanların Londra insanının tam tersi yaklaşımı itibariyle de ikinci bir tartışma konusu daha açılır. Metropol ile taşra arasındaki kabul görme durumunun yarattığı ikircikli bir durum bu. Sözde kültür düzeyini grafiksel analize vurduğumuzda ortaya çıkan refah düzeyi, yüksek metropol şehirlerde yahut bölgelerde taşra dediğimiz bölgelere istinaden daha yüksek paydadadır. Yönetmen Warchus bu genel geçer dogmaların aslında hiçte öyle kabul görmediğini, kültür ya da eğitim seviyesiyle “kabul görme” olgusunun aynı beyaz çizgide dengede yürüyebildiklerine inanmadığının bir portresini çizer izleyicisine. Karşılarında düğme iliklenen ya da her konuda konuşabileceğiniz şehirli insan tipi, heyecan içinde bir an önce ipten geçmesini beklediğimiz cambazlar gibi kafalarda sallanmaya başlar.
Londralı aktivist grup hız kesmeden kovalarına yardım toplamaya, sloganlarına yeni bir parantez açmaya ve maden işçilerini de Onur Yürüyüşü’ne dahil etmeye başlar. Galler’de yaşayan ve Londralı aktivistlerle irtibata geçen Sian (Jessica Gunning)’in eşi Londra’ya görüşmeye gelir ve aktivist grup bu aşamada tıpkı kendileri gibi diğer LGBTİ bireylerinde bu dayanışmadaki kabulünü sağlamak amaçlı konuğu bir kulübe götürerek derdini anlatmak üzere sahneye çıkarırlar. Yönetmen ilk etapta nefret söyleminin tekil değil çoğul perspektifte olduğunu gösterince önce bir “ne oluyoruz?” sorusunu akıllara getirse de hikayenin ilerleyen zamanda tekrar eden sekanslarında aktivist grubun Galler’de bu sefer kendi düşüncelerini dile getirmek üzere madur konumdaki insanların karşısına çıktıklarında ortamdaki heteroseksüellerin tepkisi kafalarda oluşuveren bu soruyu anında rötuşlar. Nefret çoğulcu değil; tekilci.
Bölgedeki herkes gizli bir şekilde yardımı kabul eder; birlikte eğlenir; aynı evde uyur ve el ele eyleme geçerler. Yönetmenin başarısına inandığımız nokta ise “herkes mutlu mesut” yanılgısına taşrada yaşayan Maureen (Lisa Polfrey) ve çocukları üzerinden kırması. Yönetmenlerin büyük bir yanılgıyla hikayedeki bütün karakterleri değişen durum, mesaj ve zaman trafiğinde topyekûn bir pozitif çerçeveye sıkıştırması, anlatıyı güzelleştirmekten ziyade hayali bir portre ortaya çıkarmakta.
Filmsel hikayede aktarılan üçüncü tartışma ise Galler halkının üstü kapalı bir şekilde görüştükleri aktivist grup ile görüşmelerinin magazinel bir boyut kazanmasıyla ilgili. Toplum perspektifinde “normal olan / normal olmayan” diye tanımlanan bireylerin birlikte görülmesi veya görüşmesi, heteroseksüeli homoseksüelleştirme anlayışını doğurmaz; düşük yapar. Çünkü; bu yaklaşım idealitesinde tıpkı günümüzde de olduğu üzere bireyler arasına koca bir korku kalıbı örmekte. Bireyin savunmakta yahut yanında durmakta olduğu bir düşünce ya da aktivist yörünge onun yaşantısıyla paralelmiş gibi algılanmakta ve öyle ifade edilmekte. İkili ilişkilerin işte bu tanımlaması kesişim kümesini kapsamamaktadır. A ve B kümesi ayrık iki kümedir. Kesişim üslubu sadece matematiksel doğrulukla alakaladır. Bu iki kümenin kesişimleri matematiksel doğruluğun dışında söz konusu değilse; kesişimin kapsadığı elemanlarda doğal olarak söz konusu değildir. Önermede bu iki kümenin kesişim elemanları kesişim kümesi diye bir kavram olmayacağından ötürü haliyle olmayacaktır.
Ana akımın güzel örneklerinden biri diyebileceğimiz bu hikayenin temel olarak tek lakin en göze çarpan problemine gelecek olursak çok fazla ana karaktere kapılarını açan anlatısı içinde yönetmen, bu karakterlerin her birini alt karakterde ya yapay bir sıfatta giydirerek onları mümkün mertebe yüzeysel bırakmalıydı ya da giydirilen karakterler üzerine tek bir tuğla yerine duvarlar örmemeliydi. Hikayenin temel çıkış ve inişlerini inşa eden Margaret Thatcher karakteri filmde tarihe yüzeysel olarak ne yazıldıysa, filmde de o şekilde yüzeysel bir rolü kucaklamakta. Yönetmen keşke aynı yüzeyselliği sayıları bir düzineden fazla ana roldeki karakterlerine de yansıtabilseydi. Örneğin; filmin jeneriğine çengel atan son bölümünde aids konusundaki atıflar ya da “karakterler acaba sonra neler yaptı?” faslı, fazlaca didaktik bir biçim kazanınca öyküde yerleştirilecek bir paraf bulmak oldukça zor bir hal alıyor. Bu durum karakterlerin gölgesine şunu da mı eklesem, bunu da mı eklesemden başka bir şey değil ne yazık ki.
Heyecandan yerimizde durdurmayan ve şu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz “umut” kavramını suratımıza suratımıza haykıran Pride’dan son olarak bir tarif: Bir resim kağıdına istenilen yoğunlukta rengarenk pastel boyalarla şeritler çizilir. Sonra bu şeritler alt katmanda açık bir nokta kalmayacak şekilde siyah bir pastel zemin ile kaplanır. Kaplamanın ardından ise bir kalem yardımıyla arzu edilenler, hayaller ve düşler kağıda resmedilir. Rengarenk çizgiler siyah bir çerçeveden bir anda ortaya fırlayıverir. Bu fırlamanın hikâyesidir işte Pride. Siyah ellerle renkli ellerin el ele tırmandığı bu hikayenin.