27.05.2017

Röportaj: Yönetmen Elif Refiğ (Ferahfeza)

Paralel Sinema olarak basın sponsoru olduğumuz Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali kapsamında izlediğimiz Ferahfeza filminin yönetmeni Elif Refiğ ile gösterim sonrası konuşma fırsatı bulup merak ettiklerimizi sorduk…

Filmden önce yönetmenle başlayalım, bildiğimiz kadarıyla muhalif bir kimliğiniz var ama film pek muhalif bir film değil aslında. İlk film diye fazla sert girmemeye mi çalıştınız acaba? 

Aslında benim şöyle bir düşüncem var; bizim jenerasyonumuz yani 90’ları yaşayan jenerasyonda çok farklı gerçeklik algıları var. Bir kısım daha yüzü batıya dönük, eğitim seviyesi yüksek, iyi para kazanacak çocuklar olarak yetiştirildi. Hep apolitik olmakla, dünyanın ve ülkenin gidişatına entegre olmamakla falan ithmal edildik. Gerçi bu doğru da çünkü bir yandan da ülke yanıyor, bir bölgede savaş var ve birileri onunla uğraşıyor. Biz onun farkına çok varamamamıştık ama başka şeylerin farkına varma lüksümüz vardı. Dünyaya daha açık ve bugünden baktığımızda biraz daha özgürlükçü bir Türkiye vardı. Billy İdol diye bir adam geliyor, bir yanda Freddy Mercury falan var… Kendi bildiğin, annenden babandan gördüğün normalite kavramı değişiyor. Daha varoluşsal bir dünyaya açılma hissi var. Onu yaşayabilecek olanaklarımız vardı bizim ve o süreci boş geçirmediğimizi düşünüyorum. Yani yazarak, çizerek, düşünerek, o bağlantıları sağlayarak o iki kanadın bir şekilde bir araya gelip omuz omuza verdiği noktada bugünkü muhalefet dediğimiz taban ortaya çıktı zaten.

Gezi’deki bütün bu yazılamaların, bütün bu teknolojilerin kullanılmasında, organize olma şekillerinin bu kadar modern olmasında büyük etkisi var bu kültürün. İşçi sınıfının ve zaten organize olan siyasi örgütenmelerinin ötesinde bunun bu bir halk hareketi olarak bu kadar hızlı ve güçlü şekilde ortaya çıkmasında, o dönemde “bu çocuklar da hiçbir şey yapmıyor, öyle yatıp duruyorlar” sanılan çocukların aslında yaptığı bir takım şeylerin de etkisi var bence. Tabi ki sadece bu değil ama bu önemli bir değer bence ve o değer çok sözü edilen bir şey değil. Çünkü çok somut olarak algılanabilecek bişey yok ortada. Ama buradan oraya doğru baktığımızda, anne babaların bize söylediği her şey doğru değil ama söylediği her şey yanlış da değil, madem öyle biz hayatta nerede durucaz diye düşünen insanlar bunlar. Aslında bu benim için de geçerli. Sonuçta ortaya çıkarttığımız bir sürü somut şey de var, mesela şu anda hayatta kalan tek sinema dergisi Altyazı’nın 2000 yılında ilk sayısını çıkartmak için uğraşıyorduk. O zaman çok önemli gelmeyen ve sadece kendine alan açmak için yaptığın şeyler; işte Roll dergisi, ya da işte Experss dergisi, oradaki fotografçılar, fotograf çekme biçimleri, onun nasıl sosyal gerçekçi bir şeye evrildiği, o evrilen şeyin sanatla tekrar nasıl birleştiği vs. Sonra müzik, yeniden yerel müziklere dönmek, onları dışarıyla referanslı olarak algılayabilmek gibi daha kafa açıcı şeyleri yapabildiğimiz bir dönemdi 90’lar. Taksim’de Gezi parkının merdivenlerinde bira içip sabahlayarak muhabbet edilmesi değersiz bir şey değildi. Olması gereken bir şeydi çünkü o olmasa Gezi de olmayacaktı muhtemelen.

İşte birazcık o kanalda bir film Ferahzeza… Benim de o süreci daha iyi algılamaya çalıştığım ve yaşadıklarımla, yaptıklarımla da ilgili… Zaten her film küçük bir itiraf gibi oluyor. Orada kendinle ilgili bir hesap veriyorsun. O hesap verildiği zaman ancak başka bir kanala yöneliyorsun.

Bu söylediklerinizden yola çıkarak Ali karakterinin filmde sizi temsil ettiğini söyleyebilir miyiz?

Aslında iki karakter de öyle. Kendimi ikiye ayırdım denebilir karakterlerde, yarısı öyle yarısı böyle.

Kısmet karakterinin Ali’ye bu kadar zıt kurulması, küçük dertleri olması, yaşadığı hayattan memnuniyeti vs. çatışmayı daha net ortaya koymak için mi?

Evet. Kısmet’in cenneti orası zaten. O zaten daha fazlasını istemiyor. O içinde olduğu çöplüğün horozu olmak istiyor. Ali’nin ise oradaki horoz olma mücadelesine girmeme inadı var. Oraya dışardan bakıyor, horoz olmanın çok da önemli olmadığını, hayatta daha önemli şeyler olduğunu düşünüyor. Onu var eden mutlak aidiyet, mutluluk, huzur falan gibi şeyler ve o hayallerini uzaktaki bir şeylere atfediyor, ne olduğunu bilmediği, onu alacak ve kurtaracak bir şeye… Ama aslında öyle bir şey yok çünkü hiçbir zaman Vamos’u bulamayacak.

 

Vamos’un anlamı nedir? 

İspanyolca “hadi gidelim, let’s go” ayarında bir şey.

Yurtdışında festivallere katıldınız mı?

İtalya’da iki ödül aldık, Avrupa Film Festivali kapsamında. Kore’de gösterildi orda da bir ödül aldı, en son da Avusturya’da ve New York’da gösterildi. Türkiye’de epey dolaştı, pek çok festivalde gösterildi, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali şimdilik son.

Yeni projeniz var mı?

Yeni proje bir casus kuş hikayesi. Gerçek bir olaydan esinlendim. İki sene falan önceydi sanırım, gazetede görmüştüm. Antep’te bir Arı kuşu yakalanıyor, bileğinde Tel Aviv bilekliği var ve o dönemde çok ciddi bir siyasi meseleye dönüşüyor. O dönemde gitmiştim ben oraya ve araştırmıştım kim buldu bu kuşu falan diye. Basında sadece photoshoplanmış yarısı İsrail yarısı Türk bayrağı olan bir fotograf vardı, böyle önde bir tane Arı kuşunu tutan bir memur, altta T.C Antep Emniyet Müdürülüğü falan yazıyor. Öyle bir olaydı, sonra zaten casusluk falan olmadığı anlaşıldı ama fikir öyle çıktı. Bu sene de İpek yolunda, Kürdistan tarafına da geçip bir seyahat yaptık, bu sınır meselesini iyice kavramak için. Yani sınırlarla ilgili bir film yapacağım. Hem fiziki olarak sınırların dayatılması, onun oluşturduğu sosyolojik, ekonomik gündelik hayat biçimlerinin başka gündelik hayat biçimlerinden ne kadar farklı olduğu, hem de insanın ahlak sınırı, korku sınırı, paranoya sınırı gibi genel olarak bir sınır meselesi olacak. Zaman ve mekan referansları çok net olmayan biraz efsunlu bir film olacak.

Ferahfeza da biraz efsunlu bir film değil miydi? 

Evet ama Ferahfeza’nınki biraz daha modern bir efsundu. Diğeri biraz daha kadim Anadolu efsunu olacak. 

Bir de komedi filmi var. Bir arkadaşımla beraber yazıyoruz. İlaç mümessilliğiyle ilgili, sağlık sistemine falan da dokunduran ama boş bir komedi değil. Hem gişeye uyacak hem de altında doğru bir alt metni olacak, yapmaktan mutlu olacağın bir iş olması lazım. 

Bir tane de kısa film çekeceğim şimdi. Çünkü bu kuş hikayesini hemen çekemeyeceğiz. Uzadı artık bu işler, para bulunamıyor hiçbir şeye. Senaryo yazmaya vakit bulunamıyor çünkü hiç kimse sana senaryo yazman için para vermiyor ama kendini de geçindirmen gerek. Bir şekilde o acele etme kafasından çıkmak lazım, önemli olan ürünü ortaya koyarken istikrarlı olmak. Gönül tabii iki senede bir film yapmak istiyor ama artık ne zaman olursa o zaman olacak.

 

Ferahfeza maddi olarak bakanlık desteği aldı ama daha sonra bazı sıkıntılar yaşandı galiba?

Evet böyle bir sorun oldu. Bakanlıktan aldığımız destek, film 2012’nin sonuna kadar ticari olarak vizyona girmediği için geri istendi. Ama bunda bizim bir suçumuz yok, çünkü film 2012’nin sonuna kadar üç kere vizyon tarihi ilan edildiği halde son anda vizyondan çıkarıldı. Sinema salonları tekelleştiği için hangi filmi vizyona sokacağına salonlar karar veriyor artık. Mesela tam sizin filminiz vizyona girecekken iyi gişe yapacak bir çocuk filmi giriyor vizyona, adam diyor ki ben 15. salonumda da onu oynatacağım. Kimse de bir şey diyemiyor. 

Bir de dijital kopya meseli var tabi. Ferahfeza 16 mm çekildi aslında ama pelikül kopyası yok filmin. Sadece ilk kopya 20 bin lira falan, sonraki her kopya için 1000 dolarlık bir maliyeti var. Bizim filmler zaten gişe yapmıyor dolayısıyla pelikül kopya yapmak için çok paran olması ve onu manasızca saçmak istiyor olman lazım. O yüzden dijital kopya tercih ediliyor ama dijital projeksiyon da ciddi bir yatırım olduğu için o da genellikle zincir haline gelmiş sinema salonlarında var, dolayısıyla kopyan dijitalse iyice onların insafına kalıyorsun.

Bir yönetmen bu koşullarda neden film yapmakta direnir ki?

Başka ne yapacağız ki? Bunu yapabiliyoruz ve bunu yapabiliyorsak da yapmalıyız bence. Birilerinin de bunu yapması lazım, hep birileri yapmış bunları… Bu ülkenin sinemacıları hapisaneden film yönetmiş… Yılmaz Güney gibi bir adam var yani. Yeşilçam’ın içinde kendine yol açan Metin Erksan, Halit Refiğ, Lütfi Akad gibi insanlar var. Bunlar varken ben vazgeçtim, reklam çekeceğim demek mesleğe saygısızlık bence. Bir de başka türlü varolamayız artık, benim kafam böyle çalışıyor, artık çok geç 🙂

Reklam da çekebilirim tabii ama müşteriyi memnun etmek için yapıyorsun onu. Ama burada bir memnun etme derdin yok, burada aksine bir rahatsız etme derdin var ve bu güzel bir şey. Çünkü birilerinin de rahatsız olmaya niyeti varsa ara ara hep beraber rahatsız olmamız iyi bir şey, gerekli de aslında.

Temel motivasyonunuz “rahatsız etmek” mi yani? 🙂 

Rahatsız etmek ve rahatsız olmak temel motivasyonum. Zaten rahatsız olduğum sürece rahatsız edebilirim.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Rica ederim, ben teşekkür ederim..