02.06.2017
San Andreas: Depremin Merkezi California
Macera ve aksiyon dozu hayli yüksek filmlere imza atan Amerikalı genç kuşak yönetmen Brad Peyton’un pek sevdiği aktör Dwayne Johnson’a emanet ettiği son filmi “San Andreas (San Andreas Fayı)”, konvansiyonel kategoride tür sineması seven izleyicileri orta ölçekte tatmin edecek cinsten. Öyle filmin ortalarında bir yerlerden değil; daha ilk dakikalardan itibaren yüksek bir tansiyonla başlayan film, bu konuda özgüveni hayli yüksek olduğuna kanaat getirdiğimiz genç yönetmenin, her ne kadar o tansiyonu hep zirvede tutsa da freytag* denklemine tabi senaryonun klişelere düşmesine engel olamıyor. Dinamik yapının anlatı boyunca korunduğu ve Hollywood menşeli filmlerden aşina olduğumuz görsel şov ise beklenen ölçüde.
Hikâye kısmına gelindiğinde bir kurtarma ekibinde çalışan Ray (Dwayne Johnson) ve onun bir zamanlar geride bıraktığı eski eşi Emma (Carla Gugino) ile kızı Blake (Alexandra Daddario) üzerinden ilerleyen film, beklenmeyen bir anda patlak veren California depremleri ve akabinde hayatları alt üst olan Amerikan halkının koşturmacasını sunmakta. Bu koşturmaca da herkesin sadece ve sadece kendi canının derdine düştüğü imajını koruyan film neyse ki bu tarafta gaflete düşmüyor. Ancak ne yazık ki film olmadık didaktik bilgeleri, olmadık kişiler vasıtasıyla izleyicisine sunarak çıtayı bu gaflet konusunda eşitliyor.
Felaket filmleri ya da doğal afet filmleri kategorisinde pek çok örneğini gördüğümüz ve görmeye devam edeceğimiz filmlerde olduğu gibi San Andreas Fayı’nda da insan temelli devasa yapıların doğal yıkım karşısındaki harabeleşmesine pek çok örnek bulmanız mümkün. Görmekten bıktığımız ve artık gidip bizzat yıkmak istediğimiz meşhur Lee Dağı’ndaki Hollywood yazısının yıkılması da buna dâhil. Ağır çekimde o meşhur gökdelenler ve köprülerin uzun uzadıya yıkılışına tanık olduğumuz filmde bu yıkımın ardından çirkin ve pis bir Venedik reprodüksiyonu çiziyor California. Etraftan saçılan yapay yapılaşmaya dair ne varsa her şeyin şehri ele geçiren suyun içinde yüzdüğü bu resimde nadirde olsa ufak sorgulamalar içine girmeniz aşikâr. Modern ve betonarme yapılarda sosyalleşen bu insanların kendi inşa ettiği havuzda boğulmamak için verdiği çabayı yönetmen, bir bağlamda çöken bu sirkülâsyona değinen “Fight Club (Dövüş Kulübü – 1999)” tan bir sahneyi yeniden yorumlayarak, film boyunca şık olan ve beğenimizi hayli kazanan nadir sahnelerden birine imza atıyor. Genç kadın Blake’in filmin üçüncü çeyreğinde iktidara ve paraya işaret eden annesinin sevgilisi Daniel (Ioan Gruffudd)’ın inşaatı olan yapıda seyre koyulduğu bir sahne, Dövüş Kulübü’nden aklımızda kalan Marla (Helana Bonham Carter) ve anlatıcı olarak konumlandırılan Edward Norton adlı karakteri hatırlatıyor. Blake’in bu iki karakterin yaptığı gibi el ele tutuşup seyre koyulma ediminden ziyade kaçarak ve saklanarak, tam yönlü zıt bir edimle tavrını ortaya koyması az evvel işaret ettiğimiz noktayı fazlasıyla açıklar nitelikte. Burada, bu karakterin aynı çöküşte takındığı tavır, birkaç söylemde tıpkı Dr. Frankenstein’in hikâyesinde olduğu gibi bireyin kendi yarattığı canavardan korkup kaçması ya da saklanması gibidir.
Bir sonraki adımını bir zaman sonra senaristin değil bizim yazdığımız filmin, ilk etapta bir başka beğendiğimiz noktası, birbirinden farklıca dramatik öğeleri yüzeysel bir üslupla iç içe yediren tavrı. Lakin bu tavır bir vakit sonra yerini rahatsız eden bir milliyetçilik takıntısına bırakıyor. Özellikle filmin son sahnelerine doğru yokuş aşağı büyük bir hızla koşan bu takıntı, birbirinin tekrarında olan bu tarz filmler için “Ne için film yaptınız?” sorusunu ister istemez akıllara getiriyor. Karakterlerin film boyunca neredeyse binmedikleri taşıtın kalmaması ve ara ara girdikleri duygusal kırılmaları, altını fazla değil az biraz kazıdığımızda büyük bir boşlukla karşılaşacağımız bu derinliği olmayan yapay karakterlerin portfölyölerin de bir başka soruyu gündeme getiren durum. Ve son olarak üç boyutlu film yapma furyasının fazlaca moda olduğu şu günlerde hiçbir üç boyutlu efektif unsura ihtiyaç duymayan bir filme böyle bir kaftan biçilmesiyse, ne yazık ki modaya ayak uydurmaktan başka bir şey değil.
*freytag denklemi (beş perdeli yapı): Dramatik anlatım metinlerinde “hikâye girişi, tırmanan aksiyon, zirve noktası, düşen aksiyon ve sonuç” bölümlerinden oluşan; hikâyeyi belli bir döngüye alan modeldir.