06.05.2016
Karakter Mutfağı: Sebastian ya da Ellie
Öğretilen Arzular ve Patika Yollar
Bu hafta özgürlüklerin ülkesi olarak andığımız İsveç’ten geliyor konuğumuz. Aslına bakarsanız diğer dünya ülkelerine göre nispeten daha özgür bir yer desek doğru tanımı yakalamış oluruz. Dogmatik kanunlardan ve kendi koyup kendi alkışlayan toplum hiyerarşisinde, yine bu hiyerarşik yapının bilinmeyen bir zamanda ortaya attığı yasalardan korkutucu olan kısımlarının şırıngayla bir nebze de olsa çekildiği bir yer. Kültürel ve sosyolojik yapı itibariyle monarşik bir devlet olarak ilk etapta gözümüzü korkutan İsveç, sonradan demokrasiyle yönetilen ülkeleri baz alınca bu korkutucu figüratif yapısından hızla uzaklaşıyor. Uzaklaşmanın ters ivmede önümüze getirdiği toplumsal reform ve hızla dönüşen toplumsal yakınlaşmalar soğuk ülkenin sıcak battaniyesi gibi. Klasik tarih öğretisini mümkün mertebe didaktik anlatıdan süsleyerek uzaklaştırmaya çalışsak da bu didaktik formun erimesi Ellie’nin sohbete başlamasıyla mümkün olacak gibi.
Pek sevdiği arkadaşları Laurence ve yakın zamanda tanıştığı Virginia’nın benimsediği yoğun feminist kokularla dalga geçerek söze başlıyor Ellie. Oldukça eğlendiği her halinden belli olan Ellie bu durumun basit bir şakadan ibaret olduğunun da altını çizmeyi ihmal etmiyor. Sorununsa tam da burada başladığını söyleyerek sohbeti sürdürüyor. İlk başta tek bir stereo yönelim olması gerekli gibi başladı tarihsel hikaye: Bir kadın erkeğe, bir erkekte kadına ihtiyaç duyar. İhtiyaç duymalı. Zira bu tek düze kalıp bilgiye azıcık eğilecek olursak söz konusu birliktelik sadece bir zorunluluğun ürünü olarak sunulmaktadır. Çizginin ardına kaçamayacağımız gibi çizginin diğer yakasına atlamamız da pek mümkün değil. Bu zorunluluk çatısı altında yaşanan her şeyde doğal olarak zorunlulukla birlikte gelen bir dürtü mekanizması haline gelmekte. Söz konusu insanın insan olma edimini bir kenara koyacak olursak bahsi yüz yıllarca zihinlerde tutulan bu bilgi özünde insanın sadece üretmek ve tüketmek arasında yaşadığını ve türünün devamından başka düşünmesi gereken bir arzu yahut spekülatif bir gerçekliğin olma durumunun aklına gelmemesi gerektiğinin altını, üstü kapalı bir şekilde sunar. Belki de yeni bir çağın başlangıcı için gerekli olan o büyük tarihsel olay bu yerleşen kalıbın yıllarca oluşturduğu travmatik bozulma olabilir. Aşıldığına hala inanmasak da hikayenin aştığımızı varsaydığımız ilk kırılma noktasından sonra ikinci çengel ilk oluşun dışında yaşayan yönelimler üzerinden olur.
İlk bölümde yaşanan saldırgan politika bu kez yerini savunmacı bir politikaya bırakır. Kastettiğimiz savunma politikası bireylerin belli idealler çevresinde şekillenen değil şekillendirilmek istenen yönelimleri olur. Yazım kılavuzuna göre hareket eden ikinci kısmın bireyi, belli açılarla belirlenen bu yönelimlere uyma zorunluluğunu getirir. Örnek verecek olursak, eşcinsel bir erkek ya da kadın yine eşcinsel bir hemcinsiyle birlikte olmak zorunda. Bunun dışına çıkması mümkün mü? Pek tabi mümkün. Ortada örülmüş bir duvar yok. Ancak ilk sorunsalda önümüze çıkan baskı unsuru ikinci sorunsalda da karşımıza çıkıyor. Bağlı bulunulan toplumsal yapı buna pek müsaade etmiyor. Doğrudan bir yaptırım değil burada bahsini ettiğimiz, dolaylı bir yapı. İkinci problemin çizginin son evresine geldiği noktada üçüncü evrede böylelikle kuluçka dönemine giriyor. Ana rolün değil karşıt rolün çizdiği çıkmaz sokak sendromu. Ana rol diye tabir ettiğimiz söz konusu birey, cinsel arzularını yapılandırmak ve eyleme dökmek istediği noktada ciddi bir barikatla karşılaşıyor: Karşıt rolün ya da partner olarak seçilen bireyin ikinci problemi yeni bir formda tekrar sunması. Bu yeni form tıpkı daha geriden gelen sorunsallarda olduğu gibi diğer yaklaşımlardan izler taşıyor. Ancak büyük bir farkla. Toplumsal olan olgu dinamiğinin yerini birey merkezci yapıya ve şartlı oluşa sürüklemesi. Arzular ve istekler bu evrede belirlenen şartlar olmadığında gerçekleşmeyeceği varsayılarak ilerler. İsteklerin süreç politikalarını büyük bir hızla yapaylaştırdığı gerçeği bu üçüncü evreyi çok boyutlu bir üçüncü evre haline getirmekte. Mümkün olduğunca konunun çok boyutlu yapısını mümkün olan en sade haliyle vermeye çalıştığımız şu noktada değneğin ucu Ellie’ye uzanıyor. Partneri Andreas ile hayal ettiği gerçekliğin bu olmadığını söylüyor konuğumuz. Andreas birlikte oldukları andan itibaren kafasının çok karıştığını dile getiriyor. Oysa karışan kafası değil, bedeni. Bir şeylerin yanlış yolla gerçekleştiği ve alıştığı yollardan gitmediği için tedirginlik ve endişe içine düşmüş bir beden bu. Öyle ki her şeyi kontrol eden bilinçaltı bile bedenin razı gelmeyen tutumları karşısında ona ayak uydurmak mecburiyetinde kalmıştır. Andreas, Ellie ile birlikteliğinden bir yandan mutluluk duyduğunun dile getirirken diğer taraftan ondan bir istekte bulunur: “Kendine bir vajina açtırsana!”. Günümüz denge kurma adı verilen dürtü beklentisini de aslında özetlemektedir bu cümle. Dürtülerin açığa çıkması için gerekli alışkanlıklar vardır. Ve eve giden yola başka bir yoldan değil bilindik patika yoldan gitmek öğretilmiştir.
Bergsmark’ın kızı Ellie’nin içine düştüğü durumla birlikte boy gösteren yalnızlığı ve zemine yerleşen “tam anlamıyla kadın olma” tutumu onu hiç mi hiç yüzmek istemediği ama yüzmezse boğulabileceği kıyılara sürükler. Feminen kadın imgesinden uzakta var olan yapısı artık daha feminen bir kadın olma ilkesini ona zorla yerleştirir. Kadın olmalı; tam anlamıyla kadın olmalı ve bir kadın olarak bir erkeği arzulamalı, bir kadını değil. Kafa karışıklığının her an uyanmak üzere beklediği yastığa başını koyan Laurence Anyways (2012), dönem dönem çokça örneğini vermemize rağmen minvale taşıdığı pusulasıyla yön veren bir kadın. Kadın bedeninde bir erkeğe değil bir kadına arzu duyma romantizmine sırtını dayayan Laurence ile Ellie’nin hikayeleri bu bağlamda kesişmekte. Her ikisi de bir takım tabuları yıkmakta. Olmak isteneni değil olmak istediklerini sırtlanmakta. Yaşanmışlık içinde sohbetine doyamadığımız bu soğuk ülke kadını veda ederken son bir kez döndü: “Makyaj hiç yakışmamış değil mi?”
https://www.youtube.com/watch?v=CS2daR-OXaY