07.05.2016
TERS AÇI: Şehrin Orta Yeri Sinema
Her sanat dalının önemi ve hayatımızdaki yeri ayrı kuşkusuz. Aslında sadece sanat dallarının değil o dallara ait eserlerin okuyucusu, izleyicisi ile kurduğu ilişki de farklı. Bir kitabı okuduğumuzda, bir filmi izlediğimizde veya bir resme baktığımızda duyumsadığımız her şey, bizden olanla bizim dışımızda olanı birleştiriyor; “o eserle karşılaştığımız andan sonrası” olarak akıyor zaman artık.
Yusuf Atılgan’ın o güzelim romanı Aylak Adam’da çoğumuzun vurgunu olduğumuz sinema için şöyle satırlar vardır: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan.” Evet, sinemadan çıkmış insan. Sinemadan çıkmış, adımını sokağa atmış, gördükleriyle, duyduklarıyla bir müddet bile olsa yoğrulmuş ve başka biri olmuş insan. Perdede gördükleriyle meşgul olan kalbini ve beynini çıktığı sokağa taşıyan insan. Peki nerede şimdi o insan?
Biliyorsunuz uzunca bir süredir sinemalar kapatılıyor. Aslında sinemalar kapatılıyor demekle belki yanlış bir ifade kullanıyorum; çünkü aynı zaman da sinemalar da açılıyor. Ama içine binbir anının nefesi sinmiş, yılların verdiği yaşanmışlıklarla çoğumuzun dimağında yer edinmiş sokağa açılan sinemalar birer birer yok oluyor. Bizim sinemadan anladığımız bu! Alışveriş yaparken sadece “eğlenmek” ve “vakit geçirmek” için uğradığımız bir “mekân” değil sinemalar. Ortak hafıza oluşturduğumuz, anı paylaştığımız, kalbimizin hızla atmasına engel olamadığımız sanatçıları gördüğümüz ve belki onlarla birkaç kelam ettiğimiz mekanlar sinemalar. Her geçen gün içi boşaltılarak kültür ve değer dünyamızdan silinmeye yüz tutan kavramların bir karşılığı olduğu yerler, hepimiz için önemli olmalı. Sahip çıkmaya değer olmalı bu mekânlar.
1 Aralık 1906, film göstermek maksatlı açılan ilk sinema salonunun açılış tarihi. Geçtiğimiz aylarda Olkan Özyurt, sanat tarihinin ve ülkelerin birer simgesi haline gelmiş bazı sinemaları yazdı. Bu sinemalardan “şehrin hafızası” olarak bahsetti. Ne kadar da doğru bir ifade. Belirli yaşanmışlıklar etrafında şekillenen ve zaman içinde insanların ortak düşünceleri, hayalleri, duygularıyla şekillenen manevi mekânlara dönüşüyor sanat icra edilen yerler. Dolayısıyla ait oldukları şehrin de teneffüs durakları bunlar. Şehrin nefes almasını, yaşamasını sağlayan ve insanların geçmişle gelecek arasındaki bağı kurdukları mekânlar. Bunlar hep sinemayı seven, ona sahip çıkmayı ve bu sevgiyi sürdürmeyi isteyen birinin serzenişleri olarak okunabilir. Bu satırların duygusal imlemeler yaptığı pekâlâ görülebilir. Ancak madalyonun tek yüzü bu mu? Sanatla kendi özelimizde sinemayla bağımızın duyumsatacağı sadece duygusallık mı?
Kendine sanatçı diyen bazı kişilerin “benim bile izlemediğim filmler yapıyorsunuz” gibi gururlu söylemlerini ulu orta dile getirdiği bir ülkede yaşıyorsanız sinema adına umutsuzluğa kapılmaz mısınız? Veyahut Tepenin Ardı filminin salon bulamama talihsizliğini
Sinema eleştirmeni olarak namlanan kimselerin “sanat filmi yapıyorsunuz, kimse izlemiyor, bakın şimdi sonuca” gibi cümlelerle karşılaması izleyiciye, sinemasevere neler düşündürür? Emek’in kapısına kilit vurulurken, Alkazar gibi alternatif bir sinema kapanırken, 27 Kasım’da Sinepop’un işletmesinin son bulduğu açıklanırken hiç mi düşünülmez bu alternatifsizliklerin bazı ve çok değerli filmlerin kıyımına yol açacağı? “Çok eskisiniz, koltuklarınız rahatsız, zamana ayak uyduramıyorsunuz” gibi sığ söylemlerin konforlu sinemalarda alkışlarla karşıladığı sinema örnekleri mi geleceği hazırlıyor bizim için? Öğretileni, dikte edileni, gösterileni kabullenme ve hatta geri kalan için kılıf uydurma zamanlarına ne çabuk atlamışız; bilinçli bilinçsiz kullandığımız ifadelerin aslında gerçekleri ne kadar yansıttığını hiç düşünüyor muyuz? Bu sorular zihnimizin bir köşesini gerçekten kurcalıyor mu ki artık!
Minör dağıtımcıların bir nebze nefes alma yeri olan bazı sinemalar elimizden bir bir kayıp giderken seyirci olarak ne kadar sahip çıkabildiğimizi de düşünmeliyiz izleyebilme hakkımıza. Değişik bir yüz görmek, değişik bir ses duymak, bir duyguya, fikre ortak olmak isteyen sinemasever için bulunmaz nimetler olan küçük bütçeli dediğimiz, stüdyo mantığına bağlı kalınmadan çekilen filmleri perdede görme şansımız her geçen gün elimizden alınırken, seyirci kalıyoruz olan bitene. İzleyeceklerimizi, okuyacaklarımızı, dinleyeceklerimizi sistem belirledikçe sistemin içinde yitip gitmemiz de kaçınılmaz. Salonları boyunduruk altında tutan büyük filmleri alkışladıkça “sinema”dan, “sanat”tan alabileceklerimizi iyice sınırlandırmaya devam ediyoruz. Özellikle Türk sineması içinde adeta küfredermiş gibi kullanılan “sanat filmi” ifadesiyle filmleri yaftalamaya devam ettikçe tek fabrikadan çıkmış aynı filmleri izleyerek tek doğrunun onlar olduğunu kabulleneceğimiz zamanlara doğru yol alıyoruz. Tabiî ki kötü örnekler de izleyeceğiz. Kötünün ne olduğunu ayırt edemediğimiz zamanları yaşamamak için en azından. Unutmamakta fayda var: “Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.” (Kafka, Soderbergh, 1991) Aynı düşünen, aynı hisseden, aynılaşan topluluklar kendi içinde asimile eder farklı beyinleri. Dolayısıyla bir de olsak birey olarak, aynı da hissetsek, düşünsek farklı bakış açıları ve duyumsamalar geliştirerek sürdürebiliriz varlığımızı ve bunun için sanata çok ihtiyacımız var. Zincir gibi birbirine eklemlenen alışveriş merkezlerine sıkıştırılan salonlara değil, bizim adımımızı sokağa atacağımız sinemalarımıza ihtiyacımız var. Çünkü hayat sokakta akar.