28.01.2017

Shut In: Gerçek Tehkile ya İçeride’yse

*Yazı, filme dair detay içermektedir.

İçeride, (Shut In) The Fades, Luther ve Doctor Who dahil olmak üzere birçok televizyon dizisinde yönetmenlik yapmış olan Farren Blackburn’un, psikolojik gerilim türündeki yeni uzun metrajlı filmi. Filmin senaryosu ise Christina Hodson yazmış. Adından da anlaşılacağı üzere bir mekana, bir hayata sıkışıp kalmış, kapalı alan kadını Mary Portman’ın bir kazada ölen kocasından sonra New England’da aynı kazada sakat kalan oğluna bakma serüveninden kotarılmaya çalışılmış bir gerilim dünyası karşımızda.

Güzel, sarışın ve orta yaşlı bir anne olan Mary, filmin başında oğlu ve kocasını yolcu eder. Bu yolcu etme bölümünden hemen sonra Steven ve babasını araba içerisinde görürüz. Steven itiş kakış yaparak babasının kaza yapmasına neden olacaktır. Film bu bölümden sonra altı ay sonrasına doğru zaman atlaması yapar. Esas hikayede altı ay sonra başlayacaktır.

New England’da insanlardan izole bir evde Mary her güne aynı şekilde başlamaktadır. Kocası öldüğünden ve bu kaza sonucu oğlu sakat kaldığından beri uykusuz sorunu çeken Mary, sakat oğluyla ilgilenen ve sadece işini yapan bir kadındır. Çocuk psikoloğu olan Mary, sabah oğluyla ilgilenmekte, gün içinde hemen evinin yanındaki ofisinde danışanlarına destek olmakta, akşamları ise bitmek bilmeyen kabuslarla savaşmaktadır. Çevrelerinde çok fazla insanda yoktur. Mary’e işte yardımcı olan çalışanı ve sorunlarını anlattığı meslektaşı Dr. Wilson dışında tek başına, sessiz ve nefessiz bir hayat sürmektedir. Mary’in hayatına çocuk danışanı işitme engelli Tom’un girmesiyle birlikte her şey değişecektir. Tom’un sorunlu halini bir anlamda Steven’ın çocukluğuna benzeten Mary, ona sahip çıkmak ister. Tom bir gece yetimhaneden kaçıp Mary’ye sığınır ve sonra ortadan kaybolur. Tom’un kaybolması Mary’nin ruhsal dengesini daha da bozacaktır. Steven ile ilgili gerçekleri öğrenmesiyle birlikte gerçek tehlikenin Tom’un kaçtığını sandığı sokaklarda değil, içeride evinde tam yanı başında olduğunu anlayacaktır.

Hitchcockvari damar

Mary’in psikolog olarak seçilmesi bile ayrı bir düşünce ürünü gibi gözükmektedir. Filmin ilerleyen bölümlerinde Steven’ın annesine karşı oidipus kompleksi içinde olduğunu anladığımızda Mary’in mesleği bizim için anlam kazanacaktır. Oidipus kompleksi Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme , kendi cinsinden ebeveyni safdışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce ve fantazilerdir. Steven , annesini kaybetmekten, onun kendisini sevmemesinden korktuğu için babasını öldürecek kadar ileri gitmiştir. Steven’ın patalojik bir hale gelen oidipus kompleksi , Alfred Hitchcock’un “Sapık” (1960) filmindeki Norman Bates’in annesine duyduğu sevgiye benzer bir nitelik taşımaktadır. Annesinin sadece kendisine ait olmasını isteyen Steven’ında bu uğurda herkesi öldürebilir. Tom’a olan düşmalığı da bu nedenledir, Tom’u kendine rakip görmekte öldürmek istemektedir. Psikolojideki yansıtma kuramına benzer bir şekilde kendindeki kötülüğü Tom’un bedeninde anlamlandırmakta ve yansıtmaktadır.

Filmin tamamına yayılan iyi kotarılamamış Hitchcockvari damar bile filmi kurtarmaya yetmemiş. Hatta filmin ikinci yarısında kuvvetteki sarışın kadın ve celladında zirveye vursan bu hal filmi gülünç hale getiriyor. Filmin ilk yarısı ikinci yarısına nazaran çok daha hızlı , içerdiği belirsizlik ve soru işaretleriyle size çekiyor ama ikinci yarısında olay örgüsü o kadar basit düzenlenmiş ki, bir adım sonrayı zaten tahmin edebiliyorsunuz. Filmin bence en büyük problemi karakterlerin haklılıklarına inanmamamız. Çünkü karakterleri gerçek anlamda tanıtmıyor film bize. Steven’ın Mary’nin üvey oğlu olduğunu bile filmin ikinci yarısının sonlarına doğru öğrenebiliyoruz. Steven neden Mary’yi bu kadar çok kıskanıyor? Nasıl bir çocukluk yaşamış? Babasıyla derdi ne? Mary neden Steven’ı yatılı okula göndermek istemiş? Mary çocuklara karşı neden bu kadar duyarlı? vb. Soruların cevabı olmadığı için filmin gerçeklikle ile kurduğu bağ çok havada kalıyor. Film yer yer kıstırılmışlık duygusunu iyi ve yerinde kullanılmış müzik – efektler ile desteklese de karakterlerle ilgili belirsizlik filmin gücünü azaltıyor.

Her sene birkaç filmde karşımıza çıkan güzel ve güçlü Naomi Watts bile filme olan ilginizi yükseltemiyor. Bazen soluk soluğa koşan, bazen bu kadarda olmaz dediğiniz mantık hatalarıyla devam eden film yer yer istediği gerilimi yaratarak seyirciyi çekebilse de, çok basit ve bilindik bir sonla bitiyor. Sanırım filmin en iyi yanı 91 dakikalık kısa süresi, 91 dakika boyunda yer yer gerilerek, içinizden bu kadarda olmaz diyip gülerek bir seyir eylemini tamamlıyorsunuz. Bu hafta hızlı akan bir film seyretmek isteyenler için uygun olabileceğini düşünüyorum.