15.05.2017

Sinefil Günlüğü: Hiroshima mon amour

Unutmak ve Hatırlamak Üzerine Bir Şiir

Fransız yönetmen Alain Resnais, henüz on üç yaşında çektiği kısa filmi ile sinemaya olan sevdasını başlatmış bir isim. Fransız Yeni Dalgası’nın içerisinde, Jean-Luc Godard ve François Truffaut gibi yönetmenlerin belgeselci yanı ağır basan, fazlasıyla gerçekçi sinemalarındansa edebiyat ile sıkı bir ilişki yaşayan ve gerçeklik algısını altüst eden bir sinema anlayışını benimsemiştir. Agnes Varda, Chris Marker ile birlikte ‘Sol Kıyı’ (Rive gauche – Left Bank) akımının önde gelen isimleri arasında sayılacak Resnais’in kendisiyle birlikte anılan başyapıtı ise Hiroshima mon amour’dur.

Alain Resnais’in tüm filmografisine yayılacak olan unutmak ve hatırlamak eylemleri üzerine yarattığı eserlerin tartışmasız en baştan çıkarıcı olanı Hiroshima mon amour olur. Resnais’e Nazi Soykırımı ile ilgili belgeseli olan Nuit et brouillard’deki çarpıcı üslubundan dolayı Hiroşima ile ilgili belgesel yapma teklifi gelir aslında. Fakat Resnais, Hiroşima’daki felaket üzerine yapılmış olan belgesellerin üzerine katacağı, söyleyeceği daha başka söz olmadığını fark ederek, ancak kurmaca bir film çekebileceğini söyler ve senarist olarak da yanına Yeni Roman akımının en önemli isimlerinden Marguerite Duras’ı alır.

Yeni Roman akımından oldukça etkilenen Resnais, bu akımın en önemli isimlerinden olan Duras ile yola çıkmakla elbette çok doğru bir karar vermiştir. Zira Duras, tıpkı Resnais gibi Hiroşima’yı ilk duyduğu anda, sözün böylesi bir acıda eylemini kaybettiğini anlayarak şu sözleri dile getirir; Hiroşima’yı ısmarlamış olmasalardı, Hiroşima üstüne de bir şey yazmazdım ve yazdığımda da, görüyorsunuz, Hiroşima’daki sonsuz sayıdaki ölüme karşılık ben, kendi uydurduğum tek bir aşkın ölümünü koydum.”

Hafızanın Dehlizlerinde Gezindikçe Şiddetlenen Acı

Aslında Resnais ile Duras, yirminci yüzyılın önemli filozoflarından Theodor W. Adorno ile şiddetin estetiğinin yapılmasına karşı çıktığı noktada birleşiyorlar. Nazi soykırımı gibi bir insanlık suçu, yaşandıktan sonra artık şiir yazılamaz demiştir Adorno. Aslında söylemek istediği tam da böylesi bir şiddetin, böylesi bir vahşetin estetize edilerek söze dökülmesine karşı çıkmaktır. Zaten Duras ile Resnais de Hiroşima’da yaşanılan vahşetin estetiğini yapmayı, yapabilmeyi asla düşünmezler. Bir aşk hikâyesi üzerinden yaşanılanların nasıl unutturulduğunu ve hatırlamak eyleminin önemini gözler önüne sererler.

Fransız olan Elle (Emmanuelle Riva), barış konulu bir filmde oynamak amacıyla Japonya’ya gelmiş ve Japon bir mimar olan Lui (Eiji Okada) ile aşk yaşamaya başlamıştır. Lakin Elle’nin yabancısı olduğu topraklarda, hiç görmediği, tanık olmadığı bir acıyı görmüş, yaşamış olduğunu düşünmesi aslında kendi şahsi acısına dönüşüne sebep olur.

Elle, bir toplumun tarif edilemeyen acısına, gezdiği müzelerden, hastanelerden vs şahit oldukça aslında kendi kişisel yıkımını, ona unutturulan geçmişini hatırlamaya başlar. Zaten Elle’nin ben bunları gördüm, yaşadım diye konuşması da aslında Elle’nin kişisel tarihinde yaşadıklarının hissiyatıdır. Böylece Elle, hatırladıkça anlatmayı ve tekrar o acıları yaşayarak, unuttuklarını geri getirmeyi amaç edinir. Fakat anlattıkça, tüm yaşadıklarını, acılarını nasıl unuttuğuna inanamaz ve bu unutuş ona acı çektirir.

Tüm Acıların Kesiştiği Nokta

Resnais, Elle ile Liu’nun bir güne yayılan aşkına bizleri şahit ederken aynı zamanda da hem Hiroşima’yı bizlere adım adım Elle ve Liu ile birlikte gezdirir. Hem de geçmişte ölen bir aşkın, yasını tutturur. Bir süre sonra şehrin, kimi zaman yürüyerek kimi zaman arabayla kat edilen yolları ile Elle’nin hafızasının dehlizleri iç içe geçer. Hatta bir süre sonra Resnais, bu yapı-bozumunu daha da ileri götürür; Elle’nin geçmişinde yaşadığı Never’in ve Hiroşima’nın sokakları ile Elle’nin hafıza dehlizleri kesişir, Elle’nin ölmüş olan aşkının akıbeti ile Lui ile olan aşkı aynı yol izler. Bir süre sonra öznel olan acı ile toplumsal olan iç içe geçerek birbirini sarmalar.

Duras’ın kusursuz senaryosu, Resnais’in eşsiz yönetmenliğiyle ete kemiğe bürünen Hiroshima mon amour, seyirciye gerçeklik algısını yaşatmamak için elinden geleni ardına koymayan, seyircinin duygularından asla nemalanmayan, kusursuz bir yapım. Resnais’in özellikle zaman-mekân algısını altüst ettiği ve ses miksajını geçmiş ile gelecek arasında köprü görevi olarak kullandığı sahneleri, izlediklerimize tamamen yabancı olan müzik kullanımı ve daha nice hınzırlıklarıyla gerçeklik algısını yok eden film, gerçekten hissetmek ve söylemek istediklerini anlamak için oldukça dikkatli bir seyri hak etmekte. Zira Resnais’in istediği de tam olarak bu değil midir?