21.08.2019

Sinemanın En İyi İkili Performansları – 17: Charlotte & Eva

İki Divanın Beyaz Perde Şovu

“Bir anne ve bir kız… Duyguların ve kafa karışıklığının ve yıkımın berbat bir karışımı. Sevgi adına her şey mümkün ve her şey yapılabilir. Annenin sakatlıkları kızına da geçer. Annenin başarısızlıklarını kızı da yaşamalıdır. Annenin mutsuzluğu kızının da mutsuzluğu olmalıdır. Sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi… Anne, öyle midir gerçekten? Kızının mutsuzluğu annenin zaferi midir? Anne, benim acım senin gizli zevkin midir?”

Eva’nın (Liv Ullmann) ağzından dökülen bu sözler, aslında Ingmar Bergman imzalı 1978 yapımı Güz Sonatı (Höstsonaten) filminin özeti gibidir. Bir anne ve kızının filmin yetmişinci dakikası sonrası uzun hesaplaşmasının içinde geçen bu cümleler, Güz Sonatı‘nda karşı karşıya gelen anne/kızın nasıl bir devamlılık arz ettiğini de gösteren önemli bir nüvedir. Çünkü bu sözlerin ardından Charlotte’nin (Ingrid Bergman) şu sözlerine tanıklık ederiz:

“Çocukluğumu çok az hatırlıyorum. Anne ve babamın bana dokunduklarını hatırlamıyorum bile. Ne şefkat, ne ceza için. Sevgiyle alakalı ne varsa habersizdim: şefkat, dokunma, mahremiyet, samimiyet. Duygularımı göstermenin tek yolu müzikti. Bazen geceleri uyanıkken gerçekten yaşayıp yaşamadığımı merak ederdim. Bu herkes için böyle midir? Yoksa bazı insanlar sevme konusunda daha mı yetenekli oluyorlar? Sonra korku beni ele geçirdi. Korku beni ele geçirince kendi korkunç görüntümü gördüm. Hiç olgunlaşamadım. Yüzüm ve vücudum yaşlandı, anılar ve tecrübeler elde ettim ama içimde henüz doğmamıştım bile. Kendiminki de dahil hiçbir yüzü hatırlayamıyorum.”

Görüldüğü gibi, bu sözler sadece bir anne/kızın itiraflarını değil, insanın varoluşsal krizinin devamlılığını da arz eder. Böylece, bu büyük hesaplaşma veya yüzleşme diyebileceğimiz repliklerle Güz Sonatı sadece özel bir anne/kız ilişkisi filmi olmaktan çıkar. Biz de bu gerçeği aklımızın ve gönlümüzün bir köşesinde tutarak Eva ve Charlotte’nin kim olduklarına bakalım biraz da…

Kaçışlarından kaçamayan Charlotte

“Sanat mı hayatı taklit eder yoksa hayat mı sanatı?” sorusunu duymuşsunuzdur. Yazıda bu retorik sorunun cevabını aramayacağız elbette ancak Liv Ullmann‘ın kaleme aldığı kitabında (Değişim) kızı Linn ile ilgili düşüncelerini ve yaşadıklarını, duygularını yazdığı şu bölüm çok dikkat çekici:

Linn’e karşı yaptığım yanlışları kesinlikle düzeltemeyeceğimi biliyorum. Onun yararına olmayan bütün o seçimler… Onun bakımını her zaman başkasına bıraktım. Neler düşündü, neyin özlemini çekti acaba?Onun bütün dünyası olduğum, benimse yalnızca kendimle dolu yaşadığım günler. O, evin bir ucunda, biz öteki ucunda uyurken. O kadar uzaktaydı ki, uyanırsa duymayacağımdan korkarak uykumda ses dinlerdim.

İçinin derinliklerinde hangi anılarla deneyimler gömülü ve yaşamının daha sonraki yıllarına bunların hangisi damgasını vuracak? Hangisi, hiç anlayamayacağı korkular ve güvensizlikler taşıyacak ona? Hangileri, kesinlikle kavuşamayacağı özlemler duyuracak? Çünkü, onlar ilk çocukluk dönemine aitti ve sadece ilk çocukluk döneminde tatmin edilebilirlerdi.

Bu cümleler, sanki Charlotte’nin ağzından dökülse hiç şaşırmayacak gibiyiz değil mi? Aslında Charlotte’nin tüm yaşamını üzerine kurduğu “kaçış”ları ile yüzleşmesi Liv Ullmann‘ın kaleme aldığı pasaj kadar net ve dürüst değil. Ancak o da bir anne, bir sanatçı ve yukarıda bahsettiğimiz uzun yüzleşme sahnesinde geçen “Duygularımı sadece müzik aracılığı ile gösterebiliyordum” itirafı Charlotte’nin sığınağını çok iyi göstermiyor mu? Ya da kızının kaybettiği oğlu Eric üzerine Eva’nın kocası Viktor ile yaptığı bir konuşmada “Eric’in doğduğu zamanları hatırlıyorum. O aralar Mozart’ın sonatlarını ve piyano konserlerini çalıyordum. Bir gün bile boş zamanım yoktu.” ifadeleri… Müziği hem yaşamının odağı haline getiren hem de tüm sorumluluklarından, korktuğu sevgisinden veya nefretinden kaçmak için kullanan Charlotte… Kızıyla hesaplaşırken veya yüzleşirken demeliyiz, yine kendine dönen ve aslı olan kaçışlara sığınan Charlotte…

Eva, annesi Charlotte’ye “Sen duygusal olarak sakat birisin” derken hem kendine hem de kardeşi Helena’ya akseden “sakatlığı” da kastediyordur aslında. Eva, duygularını yaşamakta ve aktarabilmekte annesinin devamı gibidir çünkü o da kocası Viktor ile arasına adeta bir duvar örmüştür. Ondan fiziksel olarak kaçmasa da Eva’nın kaçışları içe dönüktür. Mesela Viktor’un onu sevdiğini söylemesini istemez.

Helena ise fiziksel olarak da hastadır ve konuşabilme, hareket edebilme yetisi çok sınırlı hale gelmiştir yatağa bağlı yaşamaktadır. Her iki kızı da Charlotte’nin açtığı derin yaraların dışavurumu olduğu gibi, kendileri de annelerinin devamı gibidirler ki zaten yukarıda alıntıladığımız uzun replikte görüldüğü gibi Charlotte de kendi ailesinin sevgisizliğinin devamıdır.

Kayıpların ortasındaki Eva

Eva, her şeyden önce annesine yetemeyen bir kadındır, yetemediğini hisseden ve kendinde bunun için hata arayan. Çocukluğunda aynaların önünde vücudunda hata araması, annesinin onu beğenmediğini hissettikçe kendi uzuvlarında farklılıklar görmesi, adeta annesini haklı çıkarmaya çalışması Eva’nın duygusal sakatlıklarının başlangıcı gibidir. Annesini yanında istemektedir ama Charlotte dünyanın her yerinde konserler veren bir piyanist olduğundan annesini dünyayla paylaşmak zorundadır. Ama bu paylaşım gittikçe Eva’dan yana azalır, artık bu paylaşımda annesinden ona düşen pay gittikçe azalmıştır. Babasıyla bir yalnızlığı yaşamaya başlar.

Annesi bir süre piyano konserlerine ara verip eve geldiğinde ve Eva ile vakit geçirdiğinde de Eva’nın mutlu olmadığını anlarız o büyük yüzleşme sahnesinde. Peki o sahne nasıl başlamıştır, hangi soru veya sorular bu iç döküşleri hızlandırmıştır bir bakalım.

Charlotte, gece rüyasından uyanıp aşağıya indiğinde Eva da uyanır ve annesinin yanına gider. Charlotte Eva’ya kendisini sevip sevmediğini sorar.

-Eva, beni seviyor musun?
-Sen benim annemsin.
-Evet, bu da bir cevap.

Bu kez Eva sorar:
-Sen beni seviyor musun?
-Ben seni çok seviyorum.
-Bu doğru değil.

Eva, hayatı boyunca annesinin kendisini sevmediğini hissetmiştir. Hatta hissetmekten de öte bunu biliyor, bundan emin gibidir. Bu durum onda farklı duygulanımlara yol açar. Hem kendi yolculuğunu tamamlayamaz; eksik kalır, eksik hisseder hem de kendi de annesi gibi olmaktan hem korkar hem de onun gibi olmayı ister.

Annesi uzun bir aradan sonra yanına geldiği zaman ona korkarak, çekinerek ve annesinin iteklemesiyle Chopin çalar piyanoda. Tabii ki annesini tatmin edemediğini düşünmekte, kendini yine değersiz hissetmektedir. Adeta küçükken yaptığı gibi bir ayna önünde kendi eksikliğine bakar gibidir. Annesi piyanoya geçtiği zaman ise ona hayranlıkla bakar Eva. Hayranlığının içinde hiçbir zaman onun gibi olamayacağını bilmenin acısı da vardır. Bu sadece bir acı mıdır, yoksa onun gibi olmak istememek ve olmamak bir zafer midir gibi soruların cevabı verilmez çünkü bunların tek ve doğru bir cevabı yoktur.

Eva, kayıpların ortasında bir ruhtur. Evvela annesini kaybetmiştir, kendi oğlu Eric’i de dört yaşına girmesine bir gün kala kaybeder. Oğlu boğulmuştur. Burada bir zincir kırılır aslında, Eva’dan oğluna geçebilecek olan bir “Eva/Charlotte geleceği” kırılır, Eric annesinden önce ölür. Eva’nın hayatı boyunca yaşadığı boğulma hissini oğlu fiziken yaşamıştır. Bu kayıbı kabullenemediğini gördüğümüz Eva, oğlunun ruhunun yanında olduğuna inanır, hatta onunla konuşur. Böylece Eva, Charlotte gibi çocuklarını bırakmamış olacaktır, ölse dahi oğlunu bırakmayacaktır. Annesi gibi olmayacaktır, tıpatıp annesine benzemekteyken…