07.05.2016
Sinemanın Kadına Gözleri Kapalı
Sinemada kadın varlığını tartışmak yirmi birinci yüzyılda abes olmalı. Ancak kadının varlığı ve bu varlığın “kullanılma” ritüelleri her daim tartışılabilir. Kaldı ki yönetmeninden senaryo yazarına, oyuncusundan filmin yapısını oluşturan her unsur kadar kadının görüntüsü ve algısı sinemada çeşitli okumalara meydan veriyor.
Belki duymuşsunuzdur bu yıl yabancı dilde Oscar adayı olabilmek için başvuran ülkelerin yirmiye yakını kadın yönetmenlerin filmleriyle temsil edilecek. Seksen bir ülkenin başvuru yaptığını düşünürsek oran sinema sektöründe şaşkınlık yaratacak kadar da yüksek. Demek ki hatırı sayılır ölçüde bir sayı söz konusu sinemada kadın yönetmen açısından.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Chantal Akerman’ın “Ben kadın filmleri yapmıyorum, Chantal Akerman filmleri yapıyorum.” cümlesini de aklımızdan çıkarmayarak geride bıraktığımız Filmekimi seçkisinden yola çıkıp kadının sinemada görünüşlerine bir bakalım.
Bilirsiniz yıl olmuş bilmem kaç, hâlâ… diye bir kalıp vardır söz arasında. Biz de kullanalım ve şöyle diyelim: “Yıl olmuş 2015, hâlâ sinemada kadın varlığının bu kadar çarpıtılabildiğini, kadının süs eşyası olarak kullanılmaktan vazgeçilmediğini, queer sinema dahilinde değerlendirilen filmlerde dahi kadının bir arzu unsuru olmaktan kurtulamadığını, kadın yönetmenlerin bile genelgeçer kabullerle suya sabuna dokunmadığını ve hatta kadını gülmece unsuru olarak kullanırken erkek gözüne sahip olabildiğini, kadının bağımsız olduğunu ispat etmek için idealizmi kullanabileceğini görüyoruz.” Biraz uzun bir cümle olduğunun farkındayım ancak filmlerle örneklendirildiğinde her bir önermenin kendiliğinden yerine oturacağına eminim.
Bu yılın en merak edilen filmlerinden Carol yukarıdaki nitelendirmelerin bazılarını üzerinde taşıyan bir film. Cannes’dan aldığı “queer palm (kuir palmiye)” ödülü şunu sorduruyor evvela: İki kadının birbirine âşık olması bu kategori için yeterli mi? Sırtını dayandığı Cate Blanchett’ın ikonografik görüntüleri, şahane sanat tasarımı dışında beslenemediği ve büyütemediği aşka bakışı bile sorunlu olan bir film Carol. 1952 yılında geçen (yönetmen Todd Haynes’in çok sevdiği bir zaman dilimi) Carol, pek tabii ki aşkı yaşayış açısından başkahramanlarına özgürlük sunulmayacak yılları anlatıyor. Ancak 1950’li yılları 2015 yılında anlatırken tüm prodüksiyon ekibinin 1950’lere hapsolduğunu hissettirmek nasıl bir mantıktır? Yani 50’leri o yıllardaymışçasına anlatmak nasıl bir tercih? Maalesef ki aşkı anlatışı (ve belki de anlayışı) konusunda epey muhafazakâr davranan Haynes, koskoca filmi sadece Blanchett’ı perdede ikon haline getirmekten öteye geçememiş, anlattığı öyküyü dar kalıbından çıkaramamış, kadınlara özgürlüğünü vermemiş bir film. Yıl 2015 ama kafa 1952.
Filmekimi’nin Cannes’dan ödüllü filmlerinden biri de Paulina (La Patota). Filmin açılış sekansından itibaren dirayetli, inanan ve inandığını sonuna kadar savunabilecek bir kadın portresi çizeceğini adeta bağırıyor yönetmen Santiago Mitre. İdealizmin şekil bulmuş halini görüyoruz Paulina’da. Ancak dakikalar ilerledikçe erkek egemen düzene başkaldıran kadın karakterin davranışlarını sadece “inat” ve “hırs”a yönlendiren yönetmenin çarpık bakışı ne yazık ki kadını erkekle inatlaştığı ölçüde var ediyor perdede. Çoğu diyalogu akla mantığa uymayan bir yola evriliyor ve kadın erkekten bağımsız değil, erkeğe inat var oluşunu tamamlıyor hissiyatı veriyor. İnanmanın (burada ideoloji) ve bunun uğruna yaşamanın zeminini sadece inat üzerinden kurmak nasıl bir mantığın ürünü?
Bu yılın eğlenceli filmlerinden biri olmaya aday Lolo ise kadın bir yönetmen elinden çıkma: Julie Delpy. Filmi yine bir kadın Eugénie Grandval ile yazan Delpy aynı zamanda kamera önünde de yer alıyor. Lolo her şeyiyle kadın filmi olacağını adeta haykırıyor. Ancak nasıl bir kadın filmi?
Film ve eğlence dediğimiz anda filmin komik unsurlarının öne çıkmasını bekleriz haliyle. Lolo’da da bu söz konusu ve Julie Delpy, kadın erkek ilişkilerine eğlenceli noktadan bakmayı tercih ediyor. Filmin açılışında kırk yaş üstü iki kadının cinsellik içeren konuşmaları, kadınların da konuşabildiğini göstermesi açısından güzel bir ayrıntı evet, ancak sonrasındaki gelişmeler tam da normal (!) hayat düzeninin, kadına yüklediği hayat standardına doğru hızlıca kayıyor hem de dalga geçtiği şeylere dönüşerek. Kadınların belirli bir yaşın üzerinde artık “denize düşen yılana sarılır” misali ilişkilerine tutunduğu peşin kabulüyle, erkeğin kadın yaşamındaki önemli rolü arasında sıkışıp kalıyor film. Bağımsız kadın da neymiş? Heyhat! Tabiî ki kadının yeri erkeğinin yanıdır, onsuz hayatı perişandır. İlişki yaşamanın muhtaçlık üzerinden yorumlanması bir tercih olabilir, bu kabul edilebilir belki. Ancak sadece kadının muhtaçlığı üzerinden anlatılacak hikâye kabulümüz değil.
Bizim sinemamızda durum elbette ki farklı değil. Birkaç yıl öncesine ait Romantik Komedi adlı film serisini hatırlamak bile durumu anlamak için yeterli olacaktır kanısındayım. İki kadının elinden çıkma senaryosuyla kadını erk bakış açısının konumlandırdığı yerden anlatmak başlı başına bir ihanet değil de nedir? Bu örnek belki uç noktayı işaret ediyor olabilir ancak hafızanızı yoklarsanız sinemamızda durumun iç açıcı olmadığını siz de göreceksiniz. Son günlerde kadına bakış açısıyla ve kadını konumlandırdığı nokta ile tartışılan Evlenmeden Olmaz filmi de sinemamızın en yeni örneklerinden. Kadın elinden çıkan senaryosu, kadınların evlenmeye endekslenmiş hayatlarının kadınlar tarafından da nasıl içselleştirildiğini ve dahası gülme malzemesi haline getirildiğini gösteriyor. Sinema, kadına gözlerini kapamış; toplumun dayattığı erk bakış açısını içselleştirmiş filmlerle en büyük zararı yine kadın üzerinden yaygınlaştırıyor. Bunu yaparken kadın hikâyeleri anlattığını iddia eden filmlerin durumunu düşününce yine başa dönüyoruz çünkü “Sinemanın kadına gözleri hâlâ kapalı.”