29.05.2017

Steve Jobs: Lansmanların Arasında Sıkışan Bir Hayat

Teknoloji dünyasının fenomeni Steve Jobs’un ölümünden sonra Hollywood bu fırsatı kaçıramazdı ve hayatını konu alan filmler art arda gelmeye başladı. İlk olarak 2013 yılında “Jobs” adındaki film seyirciyle buluştu. Yapılan ilk film Joshua Michael Stern isimli, kariyerinde pek parlak işleri olmayan bir yönetmene teslim edildi. Başrolde ise Hollywood’un daha çok özel hayatıyla hatırladığı oyuncu Ashton Kutcher vardı. Film klasik bir biyografi uyarlaması olarak tasarlansa da, senaryonun zayıflığından ve kurgunun tam olarak şekillendirilememesinden dolayı beklenen başarıyı elde edemedi. Filmin başarısızlığındaki en büyük nedenlerinden biri olarak ise Ashton Kutcher’ın rolünün altında ezilmesi gösterildi.

“Jobs” filmi gişede de istenilen başarıyı gösteremeyince, yılın fiyaskolarından biri olarak ilan edildi. Özellikle ana karakterine olumsuz anlamda yanlı davranmakla suçlandı. Bu başarısızlığın ardından Amerika’da milyonlarca hayranı olan bu adamı taçlandırmak isteyen Hollywood stüdyoları harekete geçti. Bu sefer işi sağlam tutmalıydılar ve Steve Jobs gibi, halkın delirdiği bu adama layık bir film çekilmeliydi. Bu yüzden de filmin yönetmenliğine Danny Boyle, senaristliğine “Social Network” ile bu gibi konularda rüştünü ispatlayan Aaron Sorkin getirildi. Steve Jobs rolü için ise bu sefer çuvallamayacak bir oyuncuyla anlaşılmalıydı ki, o isim de her geçen gün oynadığı her filmde devleşen Michael Fassbender oldu. Bununla da yetinmediler ve yardımcı rollerde Kate Winslet, Seth Rogen, Michael Stuhlbarg, Jeff Daniels, John Ortiz ve Sarah Snook gibi isimleri dâhil ettiler.

Danny Boyle klasik uyarlamaların adamı değildi. Bu yüzden de son dönemde biyografik filmlerde çokça uygulanmaya başlanan bir yol tercih edildi. Steve Jobs’un en çok göze battığı zamanları ele almaya karar verdiler. Farklı yıllarda, farklı ürünlerin lansmanlarında geçen Steve Jobs’u daha iyi anlamamızı sağlayabilecek bir film yaratılmaya çalışıldı. Böylece Steve Jobs karşımıza böyle çıktı.

Steve Jobs’ın hikâyesini en iyi anlatacak zamanın, üç farklı zaman olduğu belirlenmiş. İlk olarak Apple’ın Steve Jobs’un kendi şirketinden kovulmasına yol açan ürünü Mac’in lansmanında ne tür problemlerle yüzleştiği, uzun planlar ve akıcı diyaloglar eşliğinde üstün oyuncu performanslarının katkılarıyla filmin ilk bölümü kotarılmış. Bu ilk bölüm boyunca Steve Jobs’ın gazetecilerle, CEO’suyla, yol arkadaşı Wozniak, programcısı, koordinatörü ve çocuğu Lisa ile annesiyle ilişkilerine yoğunlaşılmış. Diğer iki zamanda da bu ilişkiler üzerinden Steve Jobs’un hikâyesi anlatılmaya çalışılmış. Tabii bu yapılırken geçmişe dair geri dönüşler, halkın tepkileri hiç unutulmamış. Bir nevi Steve Jobs filmi kendi dönemlerinin nabzını en iyi şekilde yansıtmaya çalışmış.

Filmin diğer iki zamanından ikincisi ise Steve Jobs’un Next markasının Black Box lansmanı seçilmiş. Bunun seçilme nedeni ise çok açık bir şekilde kendini belli ediyor. Steve Jobs’un Apple’dan daha öte olan vizyoner kişiliğine vurgu yapılırken, aslında tek başına dahi arzu nesnesi olabileceğini tüm gözler önüne sermek isteniyor. Bu bağlamda bu dönem içinde gittikçe yakınlarıyla körelmeye başlayan ilişkileri, Steve Jobs sevimsiz egosuyla birleşince, tam da kaosun hüküm sürdüğü zamanlarda Steve Jobs’un nasıl ayakta kaldığını tüm çıplaklığıyla belgelemeyi başarmışlar.

Filmin son kısmında ise artık buhran dönemlerinden sıyrılan ve günümüz insanlarının çoğunun tanıdığı haliyle, Steve Jobs’u sergilemeye çalışmış Boyle. Yani modern bir şekilde tasarlanan Mac’lerin lansmanında, Steve Jobs’un kalbine doğru bir yolculuk seyirciye sunuluyor.

Filmin kendi şablonu içerisinde kesintisiz bir şekilde ilerleyen plan – sekansların bolca yer aldığı Steve Jobs, deyim yerindeyse bir tiyatronun sahnelenmesini andırıyor. Sinemasal oyunlara bel bağlamayarak senaryosunun gücüne inanıyor. Oyunculukların da beklentilerin üzerine çıkmasıyla beraber bizlere, sinemanın içinde görkemli bir tiyatro oyunu sunuyor. Temel hatlarıyla bir filme benzetmemiz gerekirse; geçen senenin en iyi film Oscarını kazanan Birdman’e şekil olarak benzediği söylenebilir. Tabii bu film, Birdman’de olduğu gibi tek plan olarak konumlandırılmıyor.

Jobs filmiyle karşılaştırdığımızda, Steve Jobs bu filmde her ne kadar egoları tavan yapmış bir adam olarak çizilse de, aslında çocukluk temelli travmalarının onu bu hale getirdiği vurgulanarak, karakterlerine insanî değerler yüklemeyi tercih ediyor. Özellikle kızıyla olan ilişkisi filmin belki de en vurucu sahnelerinin ortaya çıkmasını sağlamış. Duygusal sahneler filmi tamamlayarak, insanların ruhuna dokunan anların yükselmesine izin verilmiş. Böylece tanrılaştırılan bir adamın aslında içine acılarını gömen bir insan olduğunu apaçık bir şekilde ortaya dökmüş.

Jobs filminde ise Steve Jobs’un adeta aklını kaçırmış ruhsuz bir işkolik olarak çizilen profili, insanî yanları öne çıkarılmadığından izleyici üzerindeki etkisini erken kaybediyordu. Özellikle kızıyla ilişkisine fazla yer vermeyerek Jobs’un içsel yolculuğuna izleyicisini davet etmeyerek Steve Jobs‘u anlatmak yerine Apple şirketinin propaganda filmine dönüşüyordu.

Steve Jobs filminin ise Apple umurunda değil. O daha çok ana karakterinin dünyasına odaklanmayı tercih ediyor. Geçmişin perdelediği anlara, diyaloglar ve yer yer flashbacklerle konuk olmamıza izin veriyor. Üstelik bunu yaparken, hantallaşmayarak temposunu belli bir düzeyde tutmayı başarıyor.

Filmin en büyük handikabı diyebileceğimiz şey ise filmin aşırı gevezeliği diyebiliriz. Bu durumu anlamak adına bir örneklendirmemiz gerekirse; bir başka Aaron Sorkin projesi olan Newsroom adlı diziyi hatırlayabiliriz. Orada da nefes almadan konuşan insanlar olduğundan kimi izleyiciler zor anlar yaşayabiliyordu. Steve Jobs’ta da bu nedenle soğumalar olabilir ama bu yine de filmin akıcılığını etkilemiyor.

Sonuç olarak Steve Jobs filmi, modern çağın vizyonerlerinden Steve Jobs’un hayatını ve yaşadığı problemleri, samimi bir şekilde ana karakterinin iç dünyasını cüretkârca sergileyerek izleyicisine yansıtmayı başarıyor. Bu yüzden de çocukluğuna kadar görsel anlamda dâhil olmamız gerekmiyor. Her oyuncunun ayrı ayrı döktürdüğü oyunculukları, sıkı bir senaryoya sahip olması ve modern bir biyografik filme imza atmasıyla izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor. Beyazperdede belki bir kahraman göremeyeceksiniz, hatta Jobs’a sempatiniz varsa ondan biraz soğuyabilirsiniz de… Ama en azından milyonlarca insanın peşinden koşturan ve arızalı kişiliğine rağmen bazı şeyleri değiştiren bu adamın iç yüzüne tanıklık etmek için de mükemmel bir fırsat olarak nitelendirilebilir.