03.02.2024

The Holdovers: Küçük Hayatlar, Büyük Öyküler

Alexander Payne, 90’lı yıllarda Wes Anderson ve Richard Linklater ile birlikte Amerikan Bağımsız Sineması’nı güncelleyen ve popüler hale getiren isimlerden biriydi. Citizen Ruth ile başlayan parlama dönemi özellikle Sideways ile zirve yapmıştı. O bize, hep küçük hayatların büyük öykülerini anlatıyordu. Amerikalı insanların dertleri, neşeleri, hüzünleri, melankolileri…

Mekân Amerika idi ama aslında o bize küçük dünyalarımızın öykülerini sunuyordu. Bu arada her filmiyle de ödül sezonunun aranan isimlerinden biri oluyordu Payne, özellikle senaryo dallarında. Bu yıl da karşımıza The Holdovers filmiyle çıktı. Hem de filmin başrolüne -bence- zirve filmi Sideways‘i arşa taşıyan Paul Giamatti‘yi yerleştirerek.

Bir Alexander Payne filminden ne beklemek gerekir?

a. İyi bir senaryo

Bu soruyu “ilk önce tıkır tıkır işleyen bir senaryo” diye yanıtlamak gerekir sanırım. Payne filmleri, öncelikle bu yönüyle öne çıkar çünkü. The Holdovers da bu kategoriye hemen dahil oluyor. Filmin her anını bir şekilde hissediyorsunuz, gelecek olanları biliyorsunuz. Karşınızda belki de defalarca anlatılmış bir öykü var ancak bu özellikleri filmi asla kötü yapmıyor. Yapsa yapsa “beklendik” yapabilir zaten. Payne filmlerine aşinaysanız bu beklenti ve sonuç ilişkisini de baştan kabul ediyorsunuz demektir.

b. İyi bir oyunculuk

Payne filmlerinin ışıldayan bir diğer yönü, çok iyi karakter anlatımlarıdır. Evet, aslında bu yön de senaryoya eklemlenebilir ancak ayırmak da şart farklı bir madde olarak. Çünkü Payne’in oyuncu yönetimi de filmlerinin güçlü taraflarından biri. The Holdovers filminin başrolünde Paul Giamatti‘nin olduğunu ve oyuncunun yine bir Payne filmi olan Sideways‘de de rol aldığını söylemiştik. İzleyenler hatırlayacaktır, Sideways zaten başlı başına “oyunculuk” filmi idi. 2004 yılının en iyi performanslarından olan bu rolüyle Giamatti çoğu eleştirmenler birliğinin ödüllerini toplamış ancak Oscar adaylığı alamamıştı. Bu yıl The Holdovers ile uzun zamandır aslında sahip olması gereken heykelciğe bir adaylık ekledi.

c. İyi bir öykü

Payne filmleri, insanı sarıp sarmalayan filmlerdir. İzleyenin kendi hayatından izler bulabileceği, samimi ve sıcak diye tabir edilebilecek “küçük ve sıradan insanın” öyküsünü anlatır yönetmen. The Holdovers da artık bir imza haline gelen bu özelliği üzerinde taşıyan bir film.

The Holdovers, kısaca Noel tatilini okulda geçirmek zorunda kalan üç insanın birbirini tanıma öyküsü… 1971 senesine girilmesine ramak kala başlayan filmde önce okuldaki öğrencilerin tatile dağılışlarını sonra okulda kalmak zorunda olan beş öğrencinin mutsuzluklarını izliyoruz. Öğrenci sayısı düştükçe elimizde kalan bir öğrenci, bir öğretmen ve okulun yemekhanesinden sorumlu bir kadının hikâyelerine odaklanmaya başlıyoruz. Sayı minimalize oldukça hayatlarına dahil olduğumuz insanların öykülerinin açılımına imkan tanınıyor ve biz de ara sıra hikâyeye dahil olan kişiler dışında bu üç kişinin hayatının ayrıntılarını öğreniyoruz. Biz öğrendikçe de onlar birbirini daha yakından tanıyorlar.

Katı kuralları olan, işine çok bağlı, disiplinden ve öğretilerinden ödün vermeyen bir tarih öğretmeni Paul Hunham rolünde Paul Giamatti; öğretmeni ile bir Noel geçirmek zorunda kalan, ailesine dair ayrıntıları öğrendikçe içimizi acıtan öğrenci Angus Tully rolünde Dominic Sessa; genç yaşta ilk önce kocasını, yakın zamanda da oğlunu kaybeden okul hizmetlisi Mary Lamb rolünde Da’Vine Joy Randolph filmin esas unsurları. Birbiriyle paylaştıkları mekân dışında yakından uzaktan alakası yokmuş gibi görünen bu üç kişi, gittikçe açımlanan öyküleriyle ve zorla da olsa kurdukları iletişimle kendi aralarında bir bağ oluşturuyorlar.

Bir filmi neden severiz?

Bu sorunun yanıtı hepimizce farklı olabilir. Bir filmi beğenmek ve değerlendirmek ayrı şeylerken bir filmi “sevmek” epeyce öznel bir konu. Belki kendim de bir eğitimci olduğum için okul-öğretmen-öğrenci zincirinde giden bir film bana daha yakın gelmiş olabilir. Filmi ilk önce bu yönüyle benimsemiş ve sevmiş olabilirim.

The Holdovers, yeni çığırlar açan veya anlattığı öyküye yeni boyutlar ekleyen bir film değil. Bu yönüyle de sinema tarihine ayrı bir çentik atıp yolu farklılaştırmıyor sadece tarihin bir köşesine eklemleniyor. Belki bu özellik, filmi “sıradan bir film” kategorisinin ötesine taşımıyor ancak bir filmi sevme sebebimiz bu da olabilir değil mi? Bu sıradanlığın içinde “her şey” gibi olan bir filme kendimizi yakın hissetmemiz de bir sevme sebebi olabilir.

Sebepler çoğaltılabilir. Dediğimiz gibi bir filmi sevmek çok öznel bir meseledir. Ancak bir filmi sevsek de sevmesek de yadsıyamayacağımız özelliklerini anmak her zaman gereklidir. Yazının gidişatından zaten okuyucu bu özellikleri çıkarmıştır ancak yine de son cümlelere eklemek gerekli diye düşünüyorum. The Holdovers, 2023’ün en iyi oyuncu performanslarına sahip filmlerinden biri ve ait olduğu zamana (Noel soğuğu, muhteşem kış görüntüleri) ve mekâna (katı kuralları olan bir özel okul) zıt, son derece sıcak bir öyküye sahip.

İyi seyirler…