18.05.2017
The Ottoman Lieutenant: Politika Aşka Yenik Düşüyor
Sinemada Politika Savaşları…
1915’in üzerinden yüz yıldan fazla geçti. Bu tarihte olanlar Ermeniler açısından farklı, Türkler açısından farklı gözle yorumlanıyor. Ancak bu sene tamamlanan iki proje de bu çekişmenin bir örneği gibi yüz yılı iki yıl geçerken vizyon görmeye başladılar. Ermeni tarafı Terry George’un yönetmenliğinde The Promise’i çekerken eleştirmenleri yanına alamadı. George’in kariyerine baktığımızda zaten böyle propaganda filmleriyle ünlü olduğunu bildiğimizden filmin neye hizmet ettiği apaçık ortadaydı. Sinema yapmaktansa politikaya kaymak ve bunu belli bir düşünceyi desteklemek için kullanmak belli ki sanatı lekeleyen unsurların başında geliyor.
Peki bizim tarafımızda durum neydi diye sorduğumuzda ise The Ottoman Lieutenant’ın içeriğine ve sonuçlarına bakmak gerekiyor. Film sinema fanatiklerinin rağbet ettiği uluslararası sinema sitelerinde yüksek puanlara boğulurken eleştirmenlerce yere batırıldı. Bu da bize aslında organize olan bir grubun film üzerine gerçekleri saptırıcı olmak üzere filmin iyi olduğu dayatması şeklinde algılanabilir. Varolanı değiştirmek üzerine bir oyunun sergilendiğini görmemek için at gözlüklerini takmak gerekiyor.
Aşk Üçgeni Önplanda…
The Ottoman Lieutenant yani Türkçe adıyla Osmanlı Subayı şeklinde vizyona girecek olan yapım, hikaye bakımından ABD’li bir hemşirenin Van’daki bir hastaneye yardım amaçlı gelmesi sonucunda bir Osmanlı teğmeni ile tanışma hikayesini anlatıyor. Tabii dönem olarak olayların Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde cereyan vermesi sonucunda film, bir anlamda Ermeni olaylarını üstü kapalı bir şekilde irdelemeyi tercih ediyor. Film temel olarak bir aşk üçgenini hikayesinin temeline yerleştiriyor. Diğer olaylar sadece yan hikaye olarak filmde yer alıyorlar.
Film bir aşk hikayesi anlatmaya çalışsa da bunu kendi hikaye şablonunun içinde inandırıcı kılmayı başaramıyor. Vasat sinematografisine sırtını dayıyor ve insanların karakterler arasında aşka inanmasını umut ediyor. Tabii bu planlar ne yazık ki oyuncuların karakterlerine uyumsuzlukları nedeniyle gerçekçi olmayı başaramıyor. Osmanlı Subayı İsmail Veli rolündeki Game of Thrones dizisinden tanınan Michiel Huisman bozuk Türkçesi ile hayal kırıklığına uğratıyor. Film içinde karakterlerin Türkçe kullanımları göz boyamaktan öteye geçmeyen ayrıntılardan bazıları diyebiliriz. Özellikle Huisman’ın komutasında gerçekleşen bir operasyon sırasında emrindeki askerlerle Türkçe yerine İngilizce konuşan bir komutanın açıkçası boş zamanlarında Türkçe konuşması hikayeye ve karaktere katkı sağlamıyor.
Haluk Bilginer yine filmde iki sahnede görünerek birkaç havalı repliği söyledikten sonra filmde görünmezken; Selçuk Yöntem’in karakteri tek sahnede görünen figurandan hallice bir rol olarak yorumlanabilir. Muhtemelen fragmandaki varlığı da Türkiye piyasasının ilgisini çekmek amaçlı tasarlanmış. Filmin başrolündeki diğer iki isimden Josh Hartnett ile hemşire rolündeki Hera Hilmar rollerinde üst performanslar vermeseler de bir yere kadar idare etmeyi başarıyorlar.
Başarısız Bir Filmin Nefes Alış Verişleri…
Filmin ara bölümlerinde tarihi verilerin anlatıldığı arşiv görüntülerinin kullanıldığı kesim ise ne yazık ki filmin temposuna büyük zarar veriyor. Normalde de çok hareketli bir kurguya sahip olmayan film, bir de bu arşiv görüntüleriyle iyice kurmaca standartlarının diplerinde gezinen bir yapımın intiharı niteliği taşıyor. Tabii bir de bu arşiv görüntülerinden kurmacaya geçilirken kullanılan siyah beyaz geçişlerin kurgu hatasından başka bir şey olmaması olası kabul edilebilir. Filmin adındaki “Lieutenant” kelimesinin de filmde “Yüzbaşı” diye çevrilmesi ve bunun gibi birkaç hatanın daha olması, filmin neresi tam ki bu doğru olsun denilmesine yol açıyor.
Filmin açıkçası sıkıntılı bir kurgusu var. Bunun temel nedeninin ise yapımcılar olduğunu var sayıyoruz. New York Times’ın internet sitesinde yer alan bir makaleye göre filmin yapımcıları, yönetmenden habersiz bir şekilde kurguyla oynamışlar. Nitekim filmi izlediğimizde ise bir öpüşme sahnesinin göz göre göre sansürlendiğine tanıklık ediyoruz. Birkaç sahnede araya giren siyah bantlar ve normal bir sahne olarak çekilen öpüşme sahnesinin bir anda videoklibe dönen (belli ki kesilmiş) hali, bize filmden önce mantalitenin değişmesi gerektiğini hissettiriyor. Filmin fragmanlarında kesintisiz sunulan bu öpüşme sahnesinin kime zararı olabileceği ise ancak kötü zihniyetin eseri olabilir.
Sonuç olarak The Ottoman Lieutenant aşk hikayesinin içine gizlediği politik mesajlarıyla sözde izleyiciyi kandırmaya çalışıyor. Politik anlamda konuya ne bir açılım getiriyor, ne de durumu propaganda seviyesinde irdeliyor. Yapılmak istenen çok şey olsa da gerçekleşenler bir elin parmağının sayısını geçmiyor. Film gerçekçilik anlamında inandırıcı olamazken, buna paralel olarak ne sinema dili açısından ne de kültürel düzlemde seyirciyi ikna edebiliyor. Basında Oscar filmi olarak servis edilirken aslında filmin Razzie adayı olması daha gerçekçi bir portre çiziyor. Kariyerinin zirvesini 90’lı yıllarda bırakan yönetmen Joseph Ruben bu filmle devam eden çöküşüne dur diyemiyor. Uzun lafın kısası deveye sormuşlar “neden boynun eğri” diye, o da “nerem doğru ki” demiş.