09.11.2024

The Room Next Door: Herkes Kendi Hayatının Kahramanı (mı?)

Pedro Almodóvar’ın The Room Next Door (Yandaki Oda) adlı son eseri, yönetmenin tematik sözlüğünü ölümlülük, dostluk ve hayatın son perdesinin sessiz çığlıkları üzerinden lirik bir anlatıyla genişletiyor. Sigrid Nunez’in What Are You Going Through adlı romanının uyarlaması olan bu filmle Almodóvar İngilizce hikâye anlatımına ilk adımını atarken kişisel bir dramı daha geniş toplumsal yansımalarla iç içe geçiren bir anlatıya doğru ilerleyerek kendine özgü duyarlılıklarını koruyor. Sonuç: yaratıcısının olgun vizyonunu derinlemesine yansıtan, keskin bir duygusallık ve hicivle yankılanan bir film.

Ölümlülük ve Hafızayla Diyalog

Almodóvar, eserini yaşam ve ölüm arasındaki kırılgan alanlarda şefkatle yönlendiriyor. Filmin başkahramanları Martha (Tilda Swinton) ve Ingrid (Julianne Moore), kaçınılmaz sonun ham gerçekliğiyle boğuşurken yeniden canlanan bir bağla birbirlerine bağlanıyorlar. Son evre kanserle karşı karşıya olan Martha, yorgun bir teslimiyet ile yoğun berraklık anları arasında gidip gelen eski bir savaş muhabirini canlandırıyor. Swinton’ın Martha’sı geçmişinin hayaletleri tarafından rahatsız edilen bir figür. Martha hem bitmeyen savaşların vahşetine hem de derin düşüncelerin dinginliğine maruz kalmış bir hayatın getirdiği bir bilgelikle yüklü bir karakter.

Başlangıçta, kendi hikayesinde bir dönüm noktasında yer alan Moore’un Ingrid’i, arkadaşına duyduğu şefkat ile kendini koruma arasında, istikrarsız bir zeminde dengede kalmaya çalışıyor. Ingrid entelektüelliğin getirdiği sorgulayıcılık ile arkadaşının trajik isteği arasında kalan bir roman yazarı. Almodóvar, Ingrid aracılığıyla tanıklık etme kavramını pasifçe bir gözlemden çıkarıp aktif bir empati duygusuna dönüştürüyor diyebiliriz. Yönetmen her iki kadının ortak yolculukları üzerinden ölümün temalarını ve bir başkasının en mahrem kararlarında üstlendiğimiz rolleri inceliyor.

Kaybın Sinematik Dili

Eduard Grau’nun sinematografisi, Almodóvar’ın vizyonunu görsel bir ağıta dönüştürmede etkili oluyor. Filmin paleti, New York’un edebiyat kokulu mekanlarının sıcaklığından hikayenin büyük kısmının geçtiği kuzeydeki kulübenin sessiz dinginliğinde geziniyor. Almodóvar’ın görsel sembolizme her daim var olan ilgisi yadsınamaz; yıpranmış kitaplardan oluşan bir koleksiyon, derin düşünceler ve sohbetler için tasarlanmış odalardaki lambaların yumuşak ışığı, ve modernist bir evin keskin geometrisi hem fon hem de metafor görevi görüyor. Anlam yüklü bu ortamlar, paylaşılan anıların ve yerine getirilmemiş arzuların uçsuz bucaksız, dile getirilmeyen ağırlığıyla dolup taşıyor. Ve tabi ki olmazsa olmaz Almodóvar kırmızısı. Bazen Ingrid’in kazağı, çantası, bazen bir mekanın duvarında, ya da yeşilliklerle çevrili bir orman yolunun ortasında seyreden bir araba olarak karşımıza çıkıyor.

Filmin adı “Yandaki Oda” fiziksel bir alandan daha fazlası haline geliyor; Martha’nın ölümle tek başına yüzleşme eylemi ile Ingrid’in sunduğu destekleyici ama mesafeli arkadaşlık arasındaki sınır çizgisi. Almodóvar bu odayı kendi başına bir karakter olarak çerçeveliyor ve geçmiş filmlerinde iç gözlemi iletmek için kullandığı sessiz, dayanıklı alanları yansıtıyor. Tıpkı All About My Mother ve The Flower of My Secret filmlerindeki daireler gibi.

Almodóvar’ın Gelenek ve Yenilikle Diyaloğu

Aslında, The Room Next Door klasik Hollywood ve Avrupa edebiyat geleneklerinin yankılarıyla dolu. Bunu da sadece filmin hiç acele etmeyen görsel akışında hissetmiyoruz. Ingrid ve Martha durmadan kitaplardan, sanattan ve filmlerden bahsediyorlar. Ancak Almodóvar bu akışkan diyaloğu kendine özgü kültürel ve politik alt tonlarla dolduruyor. Swinton’ın Martha’sı, bir zamanlar savaşın dehşetiyle susturulanların sesiyken şimdi kendini dünyadan ayrılışını planlarken buluyor ve toplumsal kısıtlamalar karşısında bireyin özerkliği hakkında ince sorular sormadan edemiyor. Martha, bir karede James Joyce’un kısa hikâyesi The Dead’in son cümlelerini tekrarlıyor. Ardından, Ingrid ve Martha bir gece kiralık evin DVD oynatıcısında farkındalık ve ölümlü olma durumunun iç içe geçtiği bu eserden uyarlanan John Huston filmini izliyorlar. Küçük şeyler hakkında konuşuyorlar. Her ikisinin de ilgisini çeken yeni bir kitap olan Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın ilişkisi hakkındaki Erotic Vagrancy kitabı, kiralanan evin koridorunda asılı olan Edward Hopper’ın Güneşteki İnsanlar tablosunun reprodüksiyonu hakkında konuşuyorlar. Bu konuşmalar seyirci için de tatminkar bir ziyafete dönüşüyor.

Filmin anlatı akışında, her iki kadının duygusal manzaralarını daha iyi anlamamızı sağlayan günümüz karşılaşmaları ve geri dönüşler arasında devamlı bir geçiş var. Almodóvar bu zamansal yer değiştirmeleri uyumsuzluk olarak değil, benliğin sürekliliğini ve evrimini keşfetmenin bir yolu olarak kullanıyor. Martha’nın savaş bölgelerindeki deneyimleri, gençlik ve umut dolu sahneleriyle yan yana getirildiğinde, son ve kararlı eylemine yol açan varoluşunun tüm yelpazesini çiziyor.

İncelik ve Güce Bağlı Performanslar

Swinton’ın Martha tasviri neredeyse hayaletsi bir nitelikle. Uzun zamandır dayanıklılığıyla tanımlanan, şimdi ise kendisi için senaryosunu yazmaya çalıştığı bir sonla yüzleşen bir kadını canlandırıyor. Swinton’ın Martha’sı, kırılganlığında bile paradoksal bir canlılık yayıyor. Her kelime söylenmemiş hikayelerin ve filtrelenmemiş gerçeklerin ağırlığını taşıyor. Kadınları derin bir empati ve derinlikle yönetmesiyle bilinen Almodóvar, Martha’yı hem bir acı çekme aracı hem de kaderinin bir temsilcisi olarak tasarlıyor ve karakterin salt kurbanlığa kaymasına izin vermeyi reddediyor.

Julianne Moore, Ingrid rolünde, gücü yumuşaklıkla harmanlama yeteneğini vurgulayan bir oyunculuk sergiliyor. Karakterinin Martha’nın yolculuğundaki kendi yerini anlama mücadelesi, izleyiciler için bir ayna haline geliyor ve sadakatin, fedakarlığın ve tanıklık etmenin beraberinde getirdiği derin rahatsızlıkların doğası hakkında yeni sorular ortaya koyuyor. Ingrid’in kararsızlıkla şüpheye düştüğü anlar ve hemen ardından gözlerinin büyük bir kararlılıkla yumuşaması, izleyicileri empati duyma ile kendini bir başkasının acısında kaybetme korkusu arasındaki hassas dansa davet ediyor.

Gelelim John Turturro’nun canlandırdığı Damian karakterine. Damian filmde apayrı bir noktada duruyor. Bir nevi Almodóvar’ın dünya ahvalinin gidişatı hakkındaki endişelerini, toplumsal duyarsızlıklar karşısındaki derin üzüntüsüne ayna olan sinik bir karakter. Tıpkı Ingrid’in sadece bir sahnede görünen ve en komik repliklerden birine sahip olan spor antrenörü gibi o da mesaj kaygısı ile yazılmış bir karakter. Bu mesaj verme hali filmin her yerine işlemiş durumda ve kimi diyalogda pat diye karşımıza çıktığında zaman zaman afallatsa da Almodóvar belli ki “birilerinin bunları dile getirmesi gerek” diyerek eserini özellikle bu yabancılaşma duygusu üzerine inşa ediyor.

 

Özgürlük, Sanat ve Ölüm Politikaları Temaları

Almodóvar’ın The Room Next Door‘u yalnızca insanın ölümlülüğü üzerine bir derinlikli bir deneme olmakla yetinmiyor. Ölüm, destekli ölüm ve kişisel özgürlüğe yönelik toplumsal tutumları incelikle eleştiriyor. Martha’nın planına polisin dahil olması, kritik sahnelerde belirtildiği gibi, devletin kişisel seçimlere müdahalesini vurguluyor. Böylece, anlatısını onurlu bir şekilde ölme hakkı konusundaki çağdaş tartışmalarla uyumlu hale getiriyor.

Filmin diyaloglarını sanki roman kahramanlarının sohbetlerini okuyormuş gibi dinliyor ve izliyorsunuz. Almodóvar’ın şu ana kadar hep İspanyolca’da maruz kaldığımız dilsel yeteneği ayrıca kadın kahramanlarına onları güçlü kılan, kendilerini son derece iyi ifade etmelerini olanaklı kılan bir araçtır da. İngilizceye geçiş yaptığı bu filmde de sonuç farklı olmuyor. Martha ve Tilda farkındalıkları yüksek ve güçlü iki kadın karakter olarak Almodóvar dünyasında yerlerini alıyor.

Pedro Almodóvar’ın The Room Next Door‘u, hem edebiyat ile sanatın ilham verici eserlerine bir saygı duruşu hem de çağın vebası yabancılaşma, duyarsızlaşma ve ötekileşme hakkında kara bir hiciv niteliğinde. Sonuçta film ne de olsa aşk, ölüm ve kimlik temalarını, gençliğin geçiciliği ve insan ruhunun karanlığını iyi bilen bir sanatçının merceğinden bakıyor. Film, izleyiciyi altındaki boşluktan rahatsız edici düşüncelerini süpürdüğü kendi karanlık yan odasının kapısını açmaya davet ediyor. Bu kadar korkmayın diyor yüzleşmekten, sevmekten, doğruya doğru veya yalana yanlış demekten ve kaybetmekten.