24.08.2016
The Truman Show
Yönetmenliğini Peter Weir’in yaptığı filmde, Truman Burbank karakterine hayat veren oyuncu rolünde de Jim Carrrey bulunuyor. 90’ların sonu ve çılgın ‘Milenyum’ çağı öncesi TV ve medya eleştirisini ana hattına oturtan film, bu hafta Modern Klasikler bölümünün konuğu oluyor.
Truman Burbank, bebekliğinden beri ‘’Truman Show’’ adlı bir televizyon programında oynamaktadır. Kendisinin bu durumdan haberi yoktur ve iyi şartlara sahip diyebileceğimiz bir hayatı vardır. Bu kurmaca hayatı, başta ayın içindeki stüdyosundan takip eden yönetmen Christof olmak üzere; stüdyo çalışanları, daha sonra aşık olacağı kadın ve hayran kitlesi çok yakından takip etmektedir.
The Truman Show, dekorlarla kurulan yapay bir dünya yansıtıyor perdeye. Aslında bu sahte dünyayı sınırları önceden çizilen ve dışarısına çıkılamayan bir hapishaneye benzetmek mümkün.
Filmin sabit kameralar odaklı ilerlemesi, bu yapaylığı güçlendirerek, reality şov estetiğini sinemayla buluşturuyor. Truman karakteri dışındaki diğer tüm karakterler, yönetmen tarafından devreye sokuluyor ya da devre dışı bırakılıyor. Bu karakterlerin söylediği şeyler, herhangi bir gerçekliği olmayan şovun bir parçası olan replikler olarak duyuluyor. Bebekliğinden beri gözlemlenen Truman üzerinden, gözleyen-gözlemlenen portresi de çiziliyor. The Truman Show filmi boyunca gördüğümüz röntgenci kamera kullanımı örneğine; sinema tarihi içerisinde birçok farklı filmde de rastlayabiliriz (Hitchcock, Ozon filmleri). The Truman Show’da bu kullanım, film içinde bir şov üzerinden verildiği için seyircilerin gözü de Truman’ı takip eden birer röntgenci kameraya dönüşüyor. Bu yüzden de bir setin içinde olduğumuzu film boyunca hissediyoruz.
Filmi güçlü kılan en önemli yapı taşlarından biri de senaryosu. Andrew Niccol, The Truman Show’da, gerçeklikle ile birlikte distopik bilimkurgu tadı aldığımız bir yapıt kaleme alıyor. Truman karakterinin iyice özüne girdiğimizde, tipik bir Amerikan ailesi üyesinin monotonluğu ile de karşılaşıyoruz. İşten eve, evden işe giden yapay hayatında kurulan sahte komşuluklarla örülü bir dünya. İletişimsizliği bu çerçeveden de algılatıyor film ve böylesi bir duruma toplumsal bir tepkinin oluşumunu göstermeyi tercih etmiyor. Truman’ın yaşadığı dünyanın ‘gerçekliğini’ kişisel olarak fark etmesini sağlıyor. Bu durumun önünü açacak hamleyi de “aşk” kavramı temelinde yapıyor. Bu noktada filmin klişeleştiği ve Hollywood’da sistem eleştirisinin bu kadar yapılabildiği söylenebilir.
Tersinden bakacak olursak; şovu izleyen, yani her gün bir şekilde televizyon karşısında zaman geçiren bizlere ayna tutulduğunu ifade edebiliriz. Eleştirdiğimiz programlar karşısında saatlerce vakit geçirdiğimiz gerçeği ile yüzleşmediğimizi inkar edebilir miyiz ya da izledikten sonra çok sert eleştirdiğimiz programların bile devamlarını içten içe ne olacak sorusu etrafında “merakla” beklediğimiz ve bu sanal dünyaya her geçen gün daha da sıkışan bir toplama dönüştüğümüz gerçeğini? Yoksa şöyle mi belirtmeliyiz, bu programları daha sert eleştirmek için bir sonraki adımda neler olduğunu görmemiz gerekiyor.