31.05.2017
Victoria: Tek Gece, Tek Plan
*Yazı filme dair detay içermektedir.
Kuşkusuz 2015 yılının en ilgi çekici filmlerinden biri “Victoria”. Yüz kırk dakikalık soluk soluğa bir koşturmaca filmi olan Victoria, özellikle tamamının tek plan olması nedeniyle ilginç hale geliyor. Tüm film boyunca elinde kamera karakterlerin arkasından koşan kameraman Sturla Brandth Grovien’in başarısı ise tartışılmaz. Bu performansıyla Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı Ödülü de alan Grovien, uzun yıllar sonra sinemada teknik bir öğenin bu kadar öne çıkmasını sağladığı için oldukça yenilikçi bir yaklaşıma sahip. Yüz kırk dakikalık performans boyunca büyük bir efor kullanan Grovien, zaman zaman küçük netleme problemleri yaşamış olsa da bu flu bölümler, filme ayrı bir dinamizm katmakta.
Tek plan sekans kullanımı, sinemanın ilk yıllarında yaygın olarak kullanılan bir teknikti. Montaj sinemasının rüştünü ilan etmesiyle birlikte tek plan sekans kullanımı sekteye uğradı. Tek planın teknik zorlukları ve olay örgüsünü yansıtma konusunda tek boyutluluğu kullanım alanını sınırladı. Zaman zaman filmlerin içine tek plan sekans bölümler yerleştirilmekle birlikte tamamı tek plandan oluşan filmlerin oldukça az olduğu görülmektedir. Teknik problemler ve seyirciyi sıkma kaygısı bunun en önemli nedenidir. Dünya sinema tarihinde az sayıda yapılan tamamı tek plan sekans olan filmlerin ortak özelliği ise birer teknik ve estetik başyapıt olmalarıdır. Örneğin Hitchcock’un “The Rope” (1948), Mike Figgs’in “Time Code” (2000), Aleksandr Sukorov’un “Russian Ark” (2002), Spiros Stathoulouspoulos’un “PVC-1” (2007), Gustova Hernandez “La Casa Muda” ( 2010), Stephanie Spray ve Pacho Velez’in “Manakamana” (2013), Shahram Morki’nin “Mahi ve Gorbeh” (2013) , Alejandro Gonzalez Innarritu’nun “Birdman” (2014) filmleri tamamı tek plan sekans olan dünya sinemasının en önemli arasında görülmektedir. Tabii bu filmlerin bazıları daha dingin ve küçük hikâyeler anlatırken bir kısmı ise soluk soluğa devam ederler. Bu türün belki de son örneği olan “Victoria” (2015) ise yönetmen Sebastian Schipper’in yüz kırk dakikalık bir rüyası gibidir. Schipper filmde yüz kırk dakika boyunca bir soygun filmi çekmez, film soygunun kendisidir.
Schipper’in filmde gerçeklik duygusuna büyük önem verdiği de gözden kaçmamaktadır. Hem kullandığı teknik, hem diyaloglardaki doğaçlama bunun en büyük göstergesidir. Sabah 4.30’dan 7.00’ye kadar süreçte Berlin sokaklarında koşturan beş genci “hiçlik” duygusuyla yakın plana alır. Daha önce iki deneme çekimi yaparak alınan bu sonuç hiçbir mükemmeliyetçilik kaygısı taşımamaktadır ve belki filmin içine düşebileceği en büyük tuzak olan önceden hazırlanılmışlık hali ise filme hiç yansımamıştır. Ünlü İtalyan yönetmen Piere Paolo Pasolini’nin “Plan- Sekans ve Gerçeğin Semiyolojisi Olarak Film Tartışmaları” adlı makalesinde belirttiği gibi plan sekansın filmlere kattığı en büyük duygu doğallıktır. Filmden perdeye akseden mekan ve olaylar ve karakterleri takip eden kamera ile izleyici için sonsuz bir gerçeklik ve şimdilik içerir. Yönetmenin subjektivitesi seyircininkine dönüşür. Schipper’de aynı Pasolini’nin dediği gibi gerçek hayatta var olan bir gerçeğin peşinden koşmaz (yoksa belgesel çekerdi) ama kendisi kurmaca yeni bir gerçeklik yaratır ve seyirciyi o gerçekliğin bir parçası yapar. Bu nedendir ki seyirci her şeyin film yalancıktan J olduğunu bildiği halde tüm bir film boyunca karakterlerin peşinden koşar.
Victoria, Berlin’de bir gece kulübünde başlıyor. İsmini filme veren tek kadın karakterimiz Victoria tek başına ve tüm özgürlüğü ile pisttedir. Yirmili yaşlarının başında olan İspanyol Victoria üç aydır özgürlükler cenneti Berlin’dedir. Küçük bir ücrete çalıştığı kafe bile moralini bozamamaktadır. Tüm kaybedilmişlikleri ile Berlin’e gelen Victoria üçüncü dünya ülkelerinden gelen bir kadına benzemez, göçmenlerin karşılaştıkları ayrımcılıktan öte, Victoria sadece kente uyum sürecinin sorunlarını yaşamaktadır. Filmin Berlin’de çekilmesi ise ayrı bir anlam taşır. Almanya’nın en önemli kenti olan Berlin, ikiye bölünen yaraların da kentidir. Ve yakın siyasi tarihten yıkılıp yeniden yapılan bir kenttir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılan kent, kadınların elinde yeniden inşa edilmiştir. Bu anlamda mekânın inşası ile ana kadın karakter Victoria’nın kendini yeniden inşa etmek için geldiği mekân büyük bir uyum gösterir. Film boyunca gördüğümüz modern kent; yeni binalar, sanat merkezleri, uçsuz bucaksız parklar, gece kulüpleri son otuz – otuz beş yılın yapılarıdır. Özellikle Berlin duvarının yıkılmasından sonraki süreçte artan modernleşme eğilimi bireylere de yansımaktadır. Filmin Victoria dışındaki diğer karakterleri Sonne, Blinker, Boxer ve Fuss ise kentin ötekileridirler. Victoria’nın eğlendiği mekâna giriş ücretini veremedikleri için giremediklerinde “bir gün bu mekanı satın alıcağız” demeleri ise bu dışlanmışlığın sürekliliğinin göstergesidir. Kendilerini “Berlin’in yerlisi” olarak tanıtan bu dört kafadar, büyük ihtimalle Almanya’nın doğusundandır hatta isimleri Almanca olduğu halde karakterlerden birinin Türk olması bile olasıdır. Ama filmde özellikle “Doğulu Alman ezikliği” yaygın olarak üstü kapalı bir şekilde vurgulanır. İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte kentin tüm tarihi değerleri ve yapıları doğuda kaldığı halde ekonomik alt yapı kapitalist Batı Berlin’e kalır. Duvarın yıkılması sonrasında iki toplum arasında büyük bir uyum problemi ortaya çıkar. Özellikle savaş sonrası üçüncü kuşak olan günümüzün gençliği bu ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi dibine kadar yaşar. Belki de filmin tamamına yayılan soygun mevzusunun temel nedeni de budur.
Filmin ilk bölümü oldukça romantik. Victoria ile tanışan dört kafadar azıcık uçuk olsalar da çok tehlikeli gözükmemektedirler. Tehlikeliden öte dalgacıdırlar. Marketten izinsiz alınan üç beş bira ve bir paket fıstığı saymazsak günümüzde tüm gençlerin yapacağı cinsten çılgınlıklar ile gecelik hikâyeler peşinden koşmaktadırlar. Gecenin 4.30’da bar çıkışında başlayan tanışıklık gecenin ilerlemesiyle arkadaşlığa dönüşür. Hatta birkaç saat içinde Victoria ve Sonne birbirlerine en mahrem sırlarını sırlarını anlatabilecek bir duygusal ilişkiye girmişlerdir. Bu beş kişinin ortak özelliği hayattan yedikleri darbeler ve dışlanmışlıklarıdır. Çocukluğundan beri tüm hayatını piyano çalmaya adayan Victoria bir tek hocasının yeteneksizsin demesiyle piyanoyu bırakıp Berlin’e yeni bir başlangıç yapmaya gelir. Ama içinde nasıl bir müzik aşkı olduğunu çaldığı Liszt’in “Mefisto Valsi”ni dinlerken anlarız. Victoria ve Sonne’nin yakınlaşmasını sağlayan bu an, suskunlukla büyüyen bir aşkın ilk adımı gibidir. Gelecek ilk masum öpücükle devam eder…
Gerçek Bir Soygun Filmi
Filmin birinci bölümündeki masumiyet, ikinci bölümde vahşete dönüşür. Dört kafadarın banka soygunu planı birinin korkup kaçmasıyla sekteye uğrar. Onlar da Victoria’dan yardım isterler. Soygun arabasının şöförü olan Victoria içinden yeniden bir kadın çıkarır. Filmin başından beri tanıdığımız kahkullü, gamzeli sevimli kız yok olmuştur. Soygun yapan, kaçan, suçsuz çocuklu ailelerin evine sığınan, çocukları esir alan ve kılık değiştiren bir yeni bir Victoria ile yüzleşmek zorunda kalırız. Ve ne yazık ki çoğu zaman ona hak veremeyiz.
Filmin sonunda sığındıkları otelde Sonne’nin ölmesinden sonra büyük bir yıkım yaşadığı halde, parayı alıp kaçması ise çok ilginçtir. Parayı alır, suratını düzeltir, ağlamasını keser. Sabahın yedisinde Berlin’in en işlek caddelerinde birinde daha kimsecikler yokken sokağa karışır. Belki tüm beladan yürür ve geçer. On dakika sonra insan kalabalığı olacak o sokakta boşluğa karışır. O, artık eski Victoria değildir. Tüm kaybedenler gibi yenilenmeyi tercih etmiştir.
Victoria bu sıra dışı çekim şekli ve konusu ile bu haftanın şans verilmesi gereken yapımlarından.